Eğitmen ve Sanatçı Cengis Asiltürk ile Sinema ve Kitapları Üzerine 

İnsanlığın roman ve sinemadan beklentisi ne olmalı? Sizin beklentiniz ne?

İzini sürdüğüm roman ve sinema, insana başka dünyaların, başka düş ve düşüncelerin kapılarını aralayacak yapıtlardır. Roman bize bir şey söylemeli, film bize bir şey söylemeli; bizi bambaşka dünyalara çağırmalı, dönüştürmeli, bilinçlendirmeli, ileri taşımalı. İnsanlık, sanırım şu olduğu kadarla yetinecek değil.

Duygular, düşler ve hayatın kendisi, peşine düşülmeye değer büyülerle dolu. Ben, çocukluğum(uz)un ve erken gençliğim(iz)in sona ermesiyle yarım kalmış, belki de yarım kalmış ya da tümden yitip gitmiş ömrümün o sekanslarını, kayıp zamanları(mı) tekrar kurma çabasındayım.

Çocukluğumuzu ve erken gençliğimizi her ne kadar dolu yaşamış olsak bile, geçmişe dair hep bir şeyler eksiktir. Romanlar ve filmler, belki bu nedenle doğrudan geçmişe bağlıdır. Geleceği kurmak isteyen fantastik anlatılar yok mu? Elbette var! Fakat onların bile referansı, çoklukla çocukluğun ve geçmişin anısal zenginliğidir.

Çocukluğunuzdan beslenmeniz önemli tabi. “İnsanın duyarlılığı, onun dehasıdır” sözünden yola çıkarsak; duyarlılık sanatçının yaradılışında mı vardır da çocukluğundaki tepkisinde kendini belli ediyor? Yoksa yaşantısında tattığı duygulanımla, merakla ve tecrübelerle bunu sonradan mı ediniyor? Hayata bir iz bırakmak amacıyla mı yapıt kuruyor? Asıl hesabı yaşamın içindekilerle mi? Bu sorulara paralel olarak; “sanat toplumdan koparılırsa o toplum büyük çerçevede neyini kaybetmiş olur?” (Enes Öztürk).

Bu soruyu eksiksiz yanıtlayabilmem için kendimi topyekûn tanıyabilmem gerekir! İnsan için bu mümkün mü? Bilmiyorum... Dehanın kaynağının duyarlık olduğu tezinize tüm kalbimle katılırım. Duyarlığın kaynağı nedir? Bilmiyorum... Bunu belirleyen çok fazla etmen var. Ben o etmenleri bilebilme konusunda kuşku içindeyim!

İnsanın sperm hali, anne karnındaki oluşumu, doğup bilinçlenmesi, büyümesi, konuşması, işitimi, duyguları, düş evreni! Konuşma, düşünme, tasarım, farkına varma, yazı, anlatı, buluşlar, sinema, roman, özellikle şiirsellik, hatta bir fakat ya da ama bağlacı! Pirinç kadar kanatlının uçabilmesi, koku alabilmesi, işitimi, hayatta kalmak için verdiği anlık karar! Kelebeğin tüm ömrü! Bunları olağan karşılamak! Hatta kendimi bunları kabullenmeye zorlamak benim için halen fazlaca sarsıcı! Bu dünya alıştığım bir yer değil. Halen bir yabancıyım burda; tüm gördüklerime, dokunduklarıma, anladıklarıma karşı kuşku doluyum.

Üç dört yaşlarındaydım. Derebeyi konağımızın geniş penceresine vuran güneşin keskin ışığında beliren siyah bir kelebek kanatlarında kırmızı harelerle odamda birkaç tur dönüp uzaklaşıp gitti. Ufka doğru giderken siyah bir taya dönüştüğünü, bir anda durup bana baktığını hayal ettim. Bu hayal, hayatım boyunca beni terk etmedi. Her insanın çocukluğu böyle büyülü anılarla dolu, sanırım...

Çılgınlık derecesinde sinema tutkunu olan babam sayesinde, Adana’da gösterime giren filmlerin neredeyse tamamını ailece izlemişizdir. Düş dünyamı kuranların en başında gelen anneannem, kendisi gibi bir masal anlatıcısının doğasına uymaz biçimde, babama “ne anlıyorsun o gölgeleri izlemekten” dediğinde, eski bir gölge oynatıcı olan babamın cevabı (bugün olmuş) beni kalen şaşırtır, tüylerimi ürpertir, görünenlerin altındaki görünmeyenlere ve anlatının gerçekliğine iyice yaklaştırır.

Babam, “O gölgeleri hakiki hayata yeğlerim” demişti. Gölgeler varsa, onları yaratan hakiki kişiler, hayatlar, gerçekler, nesneler uzakta ya da yakında bir yerlerde mutlaka vardı. Bu yüzden inandım ben, çocuk kalbimle o gölgelere. Yönetmenlerin, romancıların, çocukluklarıyla eserleri arasında sımsıkı bağlar kurulabileceği inancını bende o yılları anımsamak, düşlemek, tekrar kurmak oluşturdu. Filmler ve romanlar, en dolaysız deyişle büyüdür, çocukluk anılarımız gibi! Sinema localarında uyuyup kalan veya gün boyu romanların içinde kaybolan bir çocuğun, oralardaki serüvenleri düşlerinden ayırt etmesine izin vermeyen bir büyünün içine uyanmasından daha doğal ne olabilir?

Sanattan kopuk bir toplum zengin olabilir, ama gelişmiş olamaz. Bir ülkenin, toplumun, kentin, ailenin gelişmişliğinden söz edilirken, insanlık tarihi boyunca, açık ya da örtülü, aslında bireyin incelmesine vurgu yapılmıştır. Bireyin incelmesi de doğrudan sanatla ilişkili. Onun kılık kıyafetine gösterdiği özen, çevresini düzenlemesi, nesne seçimi, yeme-içme tarzı, estetik beğeni düzeyi, davranışları ve duyarlık alanı doğrudan sanatla kurduğu bağın sonucudur.

Sanatçının farkında olarak sanatını icra etmesi eseri nasıl etkiler? (Uğur Kaya).

Sanat yapıtı, tarihin hiçbir evresinde salt içgüdüsel eylemin sonucu olarak ortaya çıkmış değildir. Kaldı ki her sanatın kendine özgü bir dili vardır; müzik, yazın, resim, sinema vb. eserin yapılışı rastgele, sanatçının içinden geldiği gibi acemi coşkusu ve çocuksu duyarlıkla(!) olamaz. Zihin rastgeleci, içinden geldiği gibici, coşkucu, çocuksu tavrı çekip çevirir, dizginler... Sanatçı, öncelikle eser vereceği alanın dilini öğrenir, sonra tasarlar ve nihayet onu yapar; yapacağı eserin nasıl bir şey olacağını aşağı-yukarı baştan bilmektedir. Sizin deyiminizle bir “bocalama” elbette yaşar.

Bocalama yaşamayan zanaatçılardır. Onlar, usulünce/yöntemince yapmayı öğrendikleri bir işi yetenekleri ölçüsünde iyi-kötü tekrar tekrar yapmaktadır; aynı ürünü çıkarmaktadır. Aynı şarkıyı farklı zamanlarda söyleyen şarkıcı gibi... Bir rolü tekrar tekrar canlandıran oyuncu gibi... Sanatçı ise her seferinde orijinal bir eser yaratmaktadır. Böyle bir durumda, deyim yerindeyse, düşünsel sancı yaşaması normaldir. Sanatçılık biricik olanı ve estetik has verme dışında yapılma amacı bulunmayan bir eseri tasarlama, yapabilme, özgün bir biçimde ortaya çıkartabilme yetisi değil mi? Bir roman yazmaya başlar, sonra tamamlamaktan vazgeçebilirsin! Bu nedir?

Sanat sineması ve endüstri filmleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Sinema pahalı bir alandır. Bu nedenle kimi filmlerin ekonomik bir değer olarak ortaya çıkması, dolayısıyla izleyiciye ulaşması gerekir. Buna herkes saygı duymalı. Çorap, tuğla ya da benzeri bir eşya üretip satmakla film üretip satmak arasında fark görmüyorum. Endüstri filmlerinde her kültür düzeyinden insanın anlayacağı ve içinde yaşatabileceği bir hikâye çizgisi oluşturulmaya çabalanır. Senaryo yazılırken, öyküsel düzlemde izlenmesi ve anlaşılması kolay bir örgü oluşturmaya özellikle dikkat edilir.

Kimi filmlerin “sanat filmi” adı altında bilinçsizce küçümsendiği veya bilinçsizce yüceltildiği bir gerçek... Bu filmlerde herkesin keyifle izleyeceği bir öykü üstte akıp giderken, alt-metinde estetik bir değer, farklı bir anlatım gerçekleştirilmesi amaç edinilebilir. Her kesimden izleyicinin kayıtsız kalamayacağı film evreni kurmak bana hep mümkün görünmüştür. Dmytryk’in sözünü anımsıyorum: “Otuz yıllık sinemacıyım; bir hikâye iyi anlatıldığında anlamayan izleyiciye hiç tanık olmadım.” Bilindiği gibi, film-yapı her şeyden önce zihinsel süreçtir. Onun kendine özgü kuruluşu vardır. Dil iyi kurulduğunda, iyi bir senaryonun iyi bir film olmaması için hiçbir engel yoktur.

Albatrosun Yolculuğu edebiyat uyarlaması bir film... Çok güzel, yer yer şiirselliğine ulaşan görüntüleri var. Senaryosunu yazarken birçok metinden alıntı yapılmış durumda. İşte bu nedenlerle “Albatrosun Yolculuğu postmodern bir filmdir” diyebilir miyiz?

Postmodern mi? bilmem. Olabilir... Sinema ile birçok sanat arasında ilişki kuruldu, bu konuda değerli çalışmalar ortaya çıktı. Tamam, neredeyse her sanat ile sinema arasında eğreti de olsa bu ilişki kurulabilir. Sinemanın şiir ve romanla bağları öteki sanatlarla kıyaslanmayacak kadar güçlü. Sinema, biçimsel düzlemde şiirle neredeyse aynı yolu izler; öyküsel düzlemde ise romanla ilişkisi sıkıdır. Hatta ondan bağımsız olamazmış gibi görünür. Edebiyat uyarlaması zordur, ancak estetik ya da atmosfer açısından avantajları da azımsanamaz bunun. Bu nedenle roman-film benim için önemli. Salt senaryo kuru kalıyor, ne yaparsanız yapınız. Roman yazılan kalem ile film çekilen kameranın yakınlığı da biliniyor.

Farklı bir bakış açsı bu? Bu felsefeniz, Albatrosun Yolculuğu filmine nasıl yansıdı?

Yüksek Lisans ve Doktora tezimi sinema dili üzerine hazırlarken de, Ömer Kavur, Tülay Eratalay, Cafer Özgül gibi önemsediğim yönetmenlere yardımcılık ederken de, kendi filmlerimi (TRT için ya da başka kurumlar için) çekerken de, sinemanın bu özgün anlatım dilinin ileriye götürülebilir olduğu gerçeğiyle yüz yüze geldim. Özel filmler yapabileceğim inancını bende bu süreç oluşturdu.

1991-2007 yılları arasında çektiğim kısa filmler ve TRT için çektiğim uzunlu-kısalı televizyon filmleri de, bu arzumu pekiştirdi. Roman yazılacaksa onun roman diliyle, şiir yazılacaksa onun şiir diliyle, öykü yazılacaksa onun öykü diliyle yazılmasının; resmin, resim diliyle yapılmasının gerekli olması gibi, filmler de öncelikle sinema diliyle kurulmalıydı. Bu nedenle, yönetmenlerin bir tek çekimin dahi hesabını vermesi gerektiğine inandım. Bu hem etik açıdan, hem görüntüyle bir hikâyeyi yaşatma açısından böyle olmalıydı. Sinema, öyküyü izleyiciye sinemanın diliyle yaşatmalıydı; çünkü sinema görüntüyle hikâye anlatma, dahası görüntüyle hikâyeyi yaşatma sanatıydı. Albatrosun Yolculuğu filmi bu bilinçle yazılmış ve yapılmıştır.

Yeniden oraya dönmek istiyorum; Albatrosun Yolculuğu film hangi sınıfta yer alıyor? Gişe filmi, festival/sanat filmi?

Tuzaklarla dolu bir soru! Bu tür ayrımlara, böylesi kavramlara nasıl yaklaşacağımı hiç bilmiyorum ben. Hayatım boyunca iyi filmler ve iyi kurulamamış filmler gördüm; ayrımı böyle koymak istiyorum...

Bir film çok sayıda kişi tarafından izlendiği için kötü film olamayacağı gibi, az sayıda kişi tarafından beğenildiği ya da çoğu kişi tarafından anlaşılmadığı için de sanat filmi, nitelikli film olamaz! Once Upon A Time in America (Bir Zamanlar Amerika), Before The Rain (Yağmurdan Önce) çok sayıda insan tarafından izlendi, beğenildi. Bunlar hem gişe filmidir, hem sanat filmidir, hem de festival filmidir. Önemli olan anlayarak bakmak...

Şu an, gişe filmi ve festival filmi denilerek ortaya nasıl bir fark konulmak istendiğini de anlamamış olabilirim(!). Başarılı bir film, benim için sanat yapıtıdır. İzleyiciyle nerede hangi koşullarda, kaç kişiyle buluştuğunun önemi yok. Albatrosun Yolculuğu hangi kategoriye girer? Hayatla, kendinizle, dünyayla, gaiple derdiniz yoksa film çekmeyin! Başka işler de var hayatta. Bir şey “söyleme” arzusu duymalısınız; müzik yapma, şiir yazma, roman yaratma, resim yapma arzusu gibi, önüne geçilemez bir arzu.

Ben, bir şey söylemek istediğim için film çekiyorum. Albatrosun Yolculuğu da bu nedenle çekildi. Her yaştan, her eğitim düzeyinden insan izledi filmimi, anlamayan bir kişiye bile rastlamadım, ama bu filmin sanatsal yönden çok katmanlı ve güçlü bir film olduğunu da biliyorum.

Bir insanı, bir olayı, bir yeri en iyi hangi açıdan, hangi duygu bütünlüğüyle tanıtır ve tanımlarsınız? Duygular, durumlar, konumlar en vurucu hangi anlatımla herkese ulaşır ve geçer (Zeynep Şenay Ocakçıoğlu).

İnsan, düşüncelerinin tezahürü olan sözleriyle vardır. Birey, konuşmadığı sürece aslında gizlenmektedir. Film ve roman kahramanları da öyle... Konuşmaya başladıklarında tanınmaya, aslında kendi kendilerini tanımlamaya başlarlar... Filmde konuşmayacak, kameranın karşısında yönetmenin tarif ettiği gibi duracak herkes aşağı yukarı oyuncudur. Romanda tanımlanan, tarif edilen, kafasının içinden geçenler yazar tarafından aktarılan kahramana kolay inanırız. Aktörler ve roman kahramanları konuşmaya başlayınca, onları tanırız. Hem yazar hem yönetmen için geriye çekilip bakmak çok önemlidir. Uzaktan, panoramik... Sonra yaklaşırız... Kahramanları, davranışlarıyla tasarlamak, biçimlendirmek, tasvir etmek onları daha inandırıcı yapar. Konuşan, anlatan film kahramanı için, önemli anlatım araçlarından birisi sesini kullanmasıyken; kundura tamircisini, gözlüğünün üzerinden bakarken, çivi çakarken parmağına çekiç vurduğu anda veya elini diz örtüsüne silmesi sırasında göstermek, bizi onun dünyasına, duygularına, olayın geçtiği mekâna daha kolay ulaştırır.

Hangi konuda kurmaca film ya da belgesel film çekmek istersiniz? Tarihi belgesel film çekmek ister misiniz (Neriman Midilli)

TRT’de birkaç yönetmenle birlikte Pullarda Yaşayan Tarih adlı bir belgesel film çektim ama kurmaca film çekebilecek olanaklarım varsa niçin belgesel film çekeyim? Belgesel sinema beni heyecanlandırmıyor. Gerçeklerden yola çıkılarak yazılmış roman uyarlaması filmler ya da kurmaca belgesel filmlerse cezbedebilir. Kurmaca belgesel olarak, Genç Osman filmini çekmek isterdim. Sadece katledilme bölümünü... Tarihsel olaylar ilgimi çekiyor. Yakında basılacak olan Suret adlı roman 1817’de başlayıp 1910 yılında sona eriyor. Bu kurmaca belgesel romanı günün birinde filme almak ilginç olabilir.

Ölüyaprak Vuruşu romanınızdan biraz daha açık söz eder misiniz?

1985’te okula erken geldiğim yağmurlu bir gün, Borsa Lisesi’nin 4/L sınıfında yazmaya başladım Ölüyaprak Vuruşu romanını... Bir futbol terimi ‘ölüyaprak vuruşu.’ Ben kendime göre bir anlam yükledim bu terime: Romanın kadın kahramanlarından Hazan Kümülül tutkuyla bağlı olduğu Özgür Güneyli ile evlenince duygularının tükeneceğini düşünür. Aşkını, onu terk ederek koruyabilecektir. Zira evlilik çevredeki herkesin aşkını öldürmektedir. Ben, “ölüyaprak vuruşu” kavramını böyle; aşkın, en güçlü hissedildiği evrede ayrılıkla sona ermesi anlamında kullandım.

Roman henüz tamamlandı. 

Otuz iki yıldır üzerinde çalışıyorum. Ölüyaprak Vuruşu’nu filme almak benim büyük düşümdü. Biraz pahalı geliyordu yatırımcılara. Çok özel, hiçbir sinema izleyicisinin kayıtsız kalamayacağı bir film olacağını biliyorum. Raşit Görgülü bu projeye yatırım yapmak istedi. Sezgileri güçlü bir yapımcı kendisi... Bu senaryoyu okuyup, “bu sanat filmi olabilir” diyen yapımcıları hiç anlamadım.

Fikret Kuşkan, ‘Babam ve Oğlum filminden sonra oynamak istediğim tek proje Ölüyaprak Vuruşu’ diyor. Mete Horozoğlu “Bir yerden bir milyon dolar bulmalıyız bu filmi çekmek için” deyip duruyordu. Serap Aksoy, “Mal varlığımı ipotek edip bu filmi çekelim” demişti. Böyle bir şeyi kabul edemezdim... Tomris Giritlioğlu “Cengis çok güzel senaryo” diyor. Görüntü Yönetmeni Uğur İçbak, “Filmografimde özel bir yeri olacağını biliyorum “ diyordu. Önemli olan, bir yapımcının çıkıp bir şey demesiydi. Galiba Raşit Görgülü ile çekeceğiz bu filmi.

Albatrosun Yolculuğu filmi kendisine saygın bir yer edindi. Yeni film projeleriniz var mı? Kendinizi sanatçı (auteur) bir yönetmen olarak mı, işinin uzmanı bir yönetmen olarak mı görüyorsunuz?

Yönetmenlik payesi önemli değil. Hiçbir paye önemli değil. Film çekiyorum. Bu, roman yazmak gibi... Varlık nedenine sadık kalmak gibi... Hikâye anlatmam gerekiyor, anlatıyorum. Doğru kurulmuş film, doğru kurulmuş roman salt filmden ya da salt romandan ibaret değildir. Onlar hayatın tüm kurallarıyla örüldüğü için, hayatın tüm görüngülerini kendi içlerinde gösterir. Görüşümüzü film üzerinden ilerletirsek; hayatın tüm görüngülerini kendi içinde gösteren film, bazen bunu gizleyerek (izleyicinin imgesel yolla kendi zihninde kurmasına yol açarak) yapar.

Yönetmenin “doğru” bir film kurabilmesi için, tüm egolarından arınmış olarak (burası karışık biraz; belki tam tersine, tüm egolarıyla işe kalkışarak) ortaya çıkması, yani hikâyeyi, duyguyu, atmosferi, oyuncuları, dolayısıyla filmini layığınca yönetmesi gerekir. Böyle bir yönetmenlik, bir sistemi çalıştırabilme becerisini, kolektif bilinci, kolektif çalışabilme esnekliğini gerektirir; uzun vadeli düşünmeyi zorunlu kılar.

Bu tarzla çalışma, son kertede kolektif çalışma becerisini bir yana bıraktırır, yönetmeni yalnızlaştırır. Paylaşılamaz ve sorgulanamaz olan, bu yalnızlıktır. Yönetmenin ödün vermemesi gereken bu prensip olmalıdır. Zira yönetmenliğin sorgulanacağı tek mecra, onun filmde gözlenebilecek yaratıcılığıdır.

Film çerken de, roman yazarken de kayıp bir zamanın peşindeyim. Saatlerin kadranında gösterilemez olan, yaşanmamış, unutulmaya bile yüz tutmuş bir zamanın... Doğduğum aileyle ilgili bu... Kendimle ilgili... Yenilgilerimle ilgili... Yanlışlarımla ilgili... Sevgi ile ilgili... Sinema/roman yaşantılar evreni kurmaktır. Onu yeniden kurmaktır! İnsanlık masumiyetini yüz yıldır kaybetti. Belki böyle bir masumiyet hiç olamadı. Bilmiyorum... Düşünmek lazım... Film veya romanın (anlatının) kurmaca evrenine ait gerçeklik (hakikat), niteliği neredeyse her zaman müphem olan, sözüm ona o gerçeğin kendisinden daha masum! Ben yitirilmiş bir zamanın içindeki o masumluğu, filmlerim ve romanların aracılığıyla yeniden kurmaya çabalıyorum. Roman yazmaya ya da film çekmeye ille mesleki tanım koymak gerekirse, anlatıcıyım galiba.

Hikâye çok önemli! Anlatacak, duygu yaratacak bir hikâyeniz yoksa zaten film çekmezsiniz. Tabi hikâyenin nasıl anlatıldığı, yani filmin biçimsel düzleminin nasıl kurulduğu önemli? Biçimi nasıl kuracağım? Son yıllarda sinema izleyicilerinin de biçime hak ettiği değeri vermeye başladığını görüyoruz. Kamera rejisiyle kurgusal sahneyi kıyaslayan bir izleyici oluştu. Film; dili olan, dolayısıyla kurulmuş yapıdır. Başlı başına bir serüvendir.

“Filmin sonunda ne olacak?” Âşıklar ayrılsa ne olur, birleşse ne olur? Kaçak yakayı kurtarsa ne olur, yakalansa ne olur? İki sonuç da dünyanın sonu değil! O halde, filmde ne olacağı kadar, nasıl olacağı, yani serüvenin süreci de önemli. Ben, “bir Şey söylemek” istediğim için film çekiyorum, roman yazıyorum. Hikâye anlatmak benim varlık nedenim... Derslerimde de, bilgiyi bir hikâye içinden geçirerek anlatırım. Albatrosun Yolculuğu, durumu ajite etmeyen, her anı titizlikle kurulmuş, son derece insani, ama biraz da iç acıtıcı bir film. Bu filmde mutsuz âşıkların, sahtekârlıkların, kanun kaçaklarının, yaşamın kıyısına tutunmuş kişilerin, yolculuk sevdalısı savruk insanların serüvenleri şiirsel bir sinema dili ve panoramik görüntülerle anlatılmaktadır. Her filmde resim önemlidir, ama bu filmde çok daha önemli. Görünürde (yüzeyde) anlatılan hikâyenin altında (derin-yapıda) toplumun şairlere zalim ve paranoyak bakışı sorgulanmakta. Yönetmen denen kişi Walter Benjamin’in de önemini vurguladığı çağdaş hikâye anlatıcısı değil mi? Say ki, Nikolay Leskov kalemi bırakmış film çekiyor... Neyse işte!

Tutkulu bir yapınız olduğu söylenebilir mi?

Evet, galiba öyle... Çok mutlu bir insan olmama karşın gerçek dünya zaman zaman bana sıkıcı geliyor. İşte bu nedenle roman yazıp, film çekiyorum. Senaryoyu dekupe diyorum, zihnen filmin bir sahnesini kuruyorum ya da monitörün başında film çekiyorum. Gerçek hayattakinden işte çok daha mutluyum! Romanının bir sekansını yazmışım ve kahvemi yudumluyorum!  Tanrı beni bunlarla ödüllendiriyor, daha ne isteyebilir insan?

Okuyucularınızla yaşadığınız özel bir anınız var mı?

Birçok anım var. Bunlardan biri: Metrobüste ayakta yolculuk ediyorduk. Cam kenarında oturan genç bir kadının Muleta'yı okuduğunu gördüm. Kalbime hoş bir duygu yayılmadı desem doğru olmaz. Akdeniz'in (oğlumun) bunu görünce ne yapacağını gözlemeye başladım. Akdeniz kitabı gördüğü an birden bana baktı. Bakışları gurur doluydu. Çocuk işte... "Mulate, baba, Muleta" diye fısıldadı. "Hım" yaptım. "Mutlu olmadın mı" dedi. "Çok" dedim. İkincisi daha ilginç: Belediye otobüsüyle Akmerkez'den Zincirlikuyu'ya dönüyorum... Neredeyse iki yüz yaşında, son derece bakımlı, tıpkı Birleşik Krallık Kraliçesi II. Elizabeth'e benzer bir kadın Sırlanmış Zamanın Gölgesinde romanını okuyordu. Zincirlikuyu'dan bir durak önce inmek için romanı çantasına koyup kalktı. Etrafına zar zor tutunarak orta kapıya, benim olduğum yere doğru gelirken (beklediğim oldu ve otobüs şoförü hafif frene bastı), bizim II. Elizabeth'i tam düşecekken belinden kavradım. Dans eder gibi bir pozisyonda kaldık. "Çok teşekkür ederim evladım, çok teşekkür ederim" dedi. "Asıl ben size teşekkür ederim" dedim. Şaşkın bir halde gülümsedi. "O niye" dedi. Çantasını işaret ederek "romanımı okumaya değer bulduğunuz için" dedim. "Aaa! Siz osunuz" dedi. Romanın arka kapağında, Sefa Çeliksap tarafından saptanmış bir suretim mevcuttur...

Yayınlanmasını çok arzuladığınızı bildiğimiz Ölüyaprak Vuruşu romanınız yayınlandı. Öncelikle sizi kutluyorum. Yazar, yönetmen, akademisyen olarak ünlü birisiniz, ama siz kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Bir sıfat vermeye gerek yok sanki! İlle de bir sıfat verilecekse bana, ben bir hikâye anlatıcısıyım. Aracım kalem, insan dili ya da kamera olmuş, fark eder mi? Derslerde aktardığım bilgileri bile hikâyeler içinden geçirdiğimi öğrenciler benden önce fark edip söylediklerinde şaşırmıştım. Baktım öyle yapıyorum; anlattığım her şeyi bir hikâye haline getiriyorum. Çocukluktan kalan bir alışkanlık belki... Babam, Adana’ya gelen tüm oyunlara ve filmlere ailece götürürdü bizi. Filmleri arkadaşlarıma anlatırdım, olayları gözlerinin önüne getirmeye çabalardım. Heyecanla dinlerlerdi. Bu nedenle epey saygınlık kazanmış bir çocuktum. Dondurma ve eskimo ısmarlardı bana. Komene denilen oyunlar tertiplerdim; vurulan çocuk başını yana bırakıverirdi, ağzındaki şalgam suyunu gömleğinin omuzuna doğru akıtırdı. Anneleri bana çok kızardı. Sahici bir çocukluktu bizimkisi...

Ölüyaprak Vuruşu adlı roman anlaşılması zor bir metin mi?

En alt kültür seviyesinden gelen bir insan bile, en yüksek anlayışla yapılmış bir sanat eserini genel hatlarıyla anlayabilir. Anlamayacağı yerler elbette olacak. Hikâyeleri kapalı yapı oluşturacak biçimde kurmam.

Film ve romanlarınızı kurma aşamasında, mekânlar önceden mi belirlersiniz?

Bazen... Eski Sevgili romanını, Ölüyaprak Vuruşu adıyla Adana Borsa Lisesi 4 L sınıfında arka sırada ve Edebiyat dersi öğretmenim Ahmet Tufan’ın bir dersinde yazmaya başladım. Hikâye Adana, Ankara, İzmir, İstanbul’da geçiyor. Roman ilerledikçe atmosfer değişti. Gerçekte olmayan mekânlar kurmaya başladım: Adana’ya Güneşliyağmurlarkenti, Ankara’ya Karlarkenti, İzmir’e Maviyağmurlarkenti, İstanbul’a Denizlerkenti adını verdim. Böylece mekânlar ütopik bir hal aldı. Benim kafam karışık. Şu hayat ve dünya hakkında bugün coşkuyla çok iyi şeyler söyleyebilirim, fakat bu ertesi gün büyük bir kötümserlikle aynı hayat ve dünya hakkında çok kötü şeyler söylemeyeceğimi garanti etmez. Büyük bir çelişki! Çelişki mi? Ne alakası var? Hayatın bir gün öyle bir gün böyle olmadığını mı söyleyeceğiz şimdi?

Lisede mi yazmaya başladınız bu romanı?

Sırlanmış Zamanın Gölgesinde’yi de o yıl yazmaya başladım. İkisi yıllar boyunca yan yana ilerledi. Sırlanmış zamanın Gölgesinde İnkılap Yayınları Roman Yarışmasında ödül aldığında; jüri üyesi Çetin Altan, ikinciliği de Ölüyaprak Vuruşu adlı romanımın hak ettiğini söyledikten sonra, asıl ödülümü şöyle açıklamıştı: “Bu iki romanı aynı kişinin yazdığına inanmak imkânsız!”

Filmleriniz ve romanlarınız için geçerli bir soru: Çıkış noktası ne olmalı?

Bilmem. Her soruya cevap bulmak zorunluğum yok değil mi?

Hayır. Filmlerinizde ve romanlarınızda kahramanlarınız şiirsel serüvenler içinde yaşıyor. İlk kitabınız Cennetin Öte Yanında ve ikinci kitabınız İsyan Çiçeği zaten şiir kitapları. Şiiri yirmili yaşların başında bırakmış olmanıza karşın, yapıtlarınızda şiir, şiirsellik, imgelem, metafor önemli yer tutuyor. Romanlarınızda, düşün dünyanızda, yaşantınızda, filmlerinizde şiirin yeri ne?

Muleta romanımda, Günay (geçici isimlerinden biriyle Turne)–Sertaç aşkında şiirin yeri önemli. Günay şiir yazmayan bir şairdir aslında. Ölüyaprak Vuruşu romanımdaki Özgür Güneyli de öyle. Özgür biraz benim gibi bu konuda. Belki de ben onun gibiyim. Sanırım ben onun gibiyim... Çünkü benim hayatım giderek onun hayatına benzedi. Onun serüvenini kendi serüvenime benzetme planım hiç olmadı. Öğrencilere çektiğim Büyülü Gerçekler filminde başrolde bir şair (Salih Bolat) oynadı. Orada asıl şiirsel kahramansa, romanın içinden çıkıp özgürlüğe kaçan (Sefa Çeliksap) kahramandı. Şiirsel sinemanın tüm özelliklerinin görülebileceği Albatrosun Yolculuğu filmimde şairi, şair Salih Bolat canlandırdı. Filme metruk mekânlar, basık atmosfer, güvensiz sokaklar, aşkın peşinde savrulan adamlar ve kadınlar, katiller, geceleyin duyduğumuz şimşek sesleri, serseriler, kaçaklar, fahişeler, üçkâğıtçılar, sokak müzisyenleri, gece yağmurları, sarhoşlar, şairler kanını verir; hepsi şiirsellik içinde yaşar. Benim filmlerim, romanlarım ve kendi hayatım şiirsellik taşımalı. Şiirsellikten kopuk bir sanat yapıtı olamazmış gibi gelir bana. Osman Hamdi Bey resimlerinden Salvador Dali resimlerine, Ömer Kavur filmlerinden Angelopoulos filmlerine ve Ahmet Hamdi Tanpınar romanlarından G.G. Marquez’in romanlarına kadar bütün büyük sanat yapıtlarının nüvesinde şiir soluklanmaktadır. Bazen bir sözcük ya da sinemada bir çekim gerçekten kendi başına şiirsellikle doludur. Albatrosun Yolculuğu filminde şair bisikletiyle, ağlayan bir çocuğun sesinin peşine düşer. Ormanın derinliğine ilerler. Evlerinin salonundaymış gibi ormanda koltuklarına kurulmuş kitap okuyan insanlara rastlar, şaşırmaz; bu, onun şiirsel dünyasında kabul edilebilir imgedir. Muleta’da Günay ile Kovboy Hakan bağ evinde yalnız yaşayan yaşlı bir kadını kuduz köpeğin parçalamasına neden olur. Bu, hem Günay’ın başına gelecek felaketlerin metaforik anlatımıdır, hem de onun yaşama tutunma çabasını simgeler. Sözcükler/çekimler kendi başlarına önemlidir, ama ortaya çıkacak yapıt onların bir yığılımından ibaret görülemez. Yapıt, onların birbirini itmesinden, çekmesinden, devindirmesinden, birbirine kurgulanmasından oluşur.

Kuramsal çalışmalarınız, bilimsel makaleleriniz, kitaplarınız dikkat çeken orijinal çalışmalar. Sinema üzerine yeni kitaplar gelecek mi?

Evet, (görece) çalışkan bir akademisyen olduğum iltifatını sık alıyorum. Öyle olduğumu düşünmüyorum. Henüz sinema öğrencisiyken yaptığım okumalar, araştırmalar, incelemeler; diyalektik kurgu, şiirsellik, auteur ya da sanatçı/yaratıcı yönetmenlik ve sinema dili üzerine yapılacak çalışmaların, geriden gelecek kuşaklara yarar sağlayacağı düşüncesi oluşturdu. Sinemada Diyalektik Kurgu, Sinemada Şiirsel Anlatım ve Sinemada Yaratıcı Yönetmen adlarıyla üçlemeyi oluşturan kitaplar böyle ortaya çıktı... Bakış Boşluğu (Erken Yazılar) adlı kitap çıkacak. Genelde sanata, özelde sinemaya dair bir çalışma oldu bu. Bilimsel makaleler var. Kırklı yaşlardaki bir akademisyen için bunların yeterli bulduğumu söyleyemem. Biz sömürgeleri olan bir ülke değiliz. Çok çalışmalıyız. Bizi ancak çalışmak kurtarır.

Sırlanmış Zamanın Gölgesinde ve Muleta’dan (Kırmızılı Orfel’den) sonra Ölüyaprak Vuruşu basılan üçüncü roman... Suret de basılacak yakında. Yazınsal alandaki yazarlık yolculuğunuz değişen bir çizgi mi izliyor?

Bana ait herhangi bir romandan bir paragraf bile okunduğunda, “İşte bir Cengis Asiltürk romanı” dedirtecek bir dil ya da biçem oluşturdum sanırım. Bunu hep önemsedim. Konular elbette farklı olabiliyor. Bir sempozyumda, Sırlanmış Zamanın Gölgesinde romanından “köy romanı” diye söz edildi. Konuşmacıyı üzmemek için gülümsemekle yetindim. Roman, dağlarda başlamasına karşın, Deli Ağa adlı yaban bir adamın, dolayısıyla çevresindekilerin yerleşik hayata geçerek şehirlileşmesi üzerinedir. Şehir yaşantısının gizlerinin izine düşer. Kökleri 1300’lere gider. Atalarım Ramazanoğulları’nın serüveni... Çocukluğumdan itibaren yazları ailece Tekir Yaylası’nda geçirdiğimden, Akdeniz bitki örtüsüne ait tüm ağaçları, bitkileri, makileri bilirim. Benim hayatımda önemli yeri olan ülkenin büyük kültür adamı Çetin Öner Sırlanmış Zamanın Gölgesinde adlı roman hakkındaki bir konuşmasında benimle ilgili, iki konunun altını çizmiştir: “Asiltürk’ün romanı ilk olarak, olayları ve atmosferi açısından Angelopoulos filmlerini anımsatır. Böyle bir duygu bırakır. İkincil olarak; Cengis, Toroslardaki kökü yenir tüm bitkileri bilir” demiştir. Şunun için söylüyorum bunları; filmlerde ve romanlardaki kahramanlarım daima bir arayış içindedir, fiili ya da içsel yolculuk halindedir. Zihinsel olarak durağan değildirler. Hayatla büyük hesaplaşmalar içinde yaşarlar. Onlara böyle roller vermem, hayat karşısında kaderlerini öyle biçimlendirmem beni belli bir çizgide tutuyor sanırım. Kentli insanın hikâyesi benim anlattığım. Zira kentlilik, varılacak yer. Benim kahramanların okur-yazar, soran, sorgulayan, entelektüel kaygıları olan kişilerdir daha fazla. Köylünün değil benim derdim, yaşam biçimi açısından...

Önceki sorunun devamı gibi olacak, ama merak ettiğimiz asıl şey; her roman farklı bir biçem barındırıyor. Size göre yazarlık yolculuğunuz değişen bir çizgi mi izliyor?

Elbette... Sorunuzun son kısmıyla ilgili bir “elbette” bu... Bu, romanlarımın tümünün büyülü gerçekçilik akımına bağlı olmadığını göstermez. Ben kaba gerçeğin arayışında değilim. Belgeselci değilim... Romanlarım ve filmlerim aracılığıyla kendi gerçeklik evrenimi kurma derdindeyim. Beni bu amaca büyülü gerçekçilik götürebilirdi. Bir romanımda; bir iş başvurusunda bulunan kahraman, işi verecek şirket görevlisinin, “Sizi tanıyacak gibiyim” demesine karşılık, “Sanmıyorum... Roman okur musunuz” der. Görevli, “Okurum... Benim için romanlar, adeta gerçek dünyadan önemlidir” dediği vakit, kahraman, “Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde romanını okudunuz mu” der. “Evet” yanıtı alınca, kendi kimliğini açıklar: “Ben oradaki Hidayet’im!” Bu, postmodernist kalıplara sokulmamalı. Büyülü gerçekçiliğe girer bu. Anlatım arayışlarım hep olacak.

Roman yazarken herhangi bir kitleyi hedef alıyor musunuz?

Ünlü olmak için yazmıyorum. Para kazanmak için yazmıyorum. Ödüller almak için yazmıyorum. Herhangi bir kitleye mensup insanlar için de yazmıyorum. Büyük insanlığın kurulmasına katkım olur umuduyla yazıyorum; adeta Tanrı’nın görevlendirdiği biri gibi... Büyük filmlerle, büyük romanlarla, büyük hikâyelerle, büyük metinlerle, yani bu büyük kurmacalarla, büyük şiirlerle, büyük müzik yapıtlarıyla buluşmamış insandan bir halt olmaz. İster hekim olsun, ister avukat olsun, ister akademisyen olsun, ister küre kadar ihracat yapsın, ister de fen alanında buluş yapsın! Büyük insanlığın doğuşuna katılmak için ve çocukluk günlerimizde yitip gitmiş o saf zamanları yeniden kurabilmek, onlara birazcık olsun yaklaşabilmek için roman yazıyorum, film çekiyorum...

Ölüyaprak Vuruşu bu söyleşimizin öznesi: Nasıl bir yolculuktu o?

Her zaman şunu söylerim, bu zaten böyle; sanatçıların yaratma eylemi sırasında bir cinsiyeti olamaz, yaşı olamaz, belirlenmiş bir eğitim düzeyi olamaz. Yaratma süreci, esriklik ya da sevişme süreci gibidir... Bu süreçte, yaratıcı kendisi değildir! Belki de asıl bu süreçte gerçek kendisidir: Esrik haldeki gibi, sevişen insanlar gibi! Sırlanmış Zamanın Gölgesinde adlı romanda 139 yıl yaşayan, huysuz, inatçı, başarma azmi dolu, kararlı, katı, acımasız bir ihtiyardım. Çünkü ihtiyar Deli Ağa’yı yontuyordum. Oysa o romanı yazmaya başladığımda, bir lise öğrencisiydim. Yaş, on altı! Suret romanında Cengis Asiltürk olarak otuzlu yaşlardaydım, ama serüvenini yaşadığım-yazdığım kahramanım on yedi yaşından yüz on yaşına kadar yaşadı. Ölüyaprak Vuruşu romanındaki Özgür Güneyli çekingen, sıkılgan, pasif, üstesinden gelemediği sorunlarla boğuşan, kendisine varlık nedeni bulamamış bir akademisyen.

Lise öğrencisi ve ciddi bir futbolcuyken bu romanı yazmaya başladım. Bu süreçte bir akademisyene dönüştüm. Gerçekten akademisyen oldum. Evet, akademisyenim, ama o akademisyeni yaratırken bir lise öğrencisiydim. Özgür Güneyli gibi pasif, çekingen değilimdir. Mekânları, makamları, ölçüleri, sınırları, saygıyı, haddimi gözetirim, ama zıpırlığı elden bırakmadım. Nerede nasıl davranılacağını iyi bilirim. Bunu bilmek, kendinizi dayatmamak, saygı ölçülerini aşmamak lazım... Gelelim şu Muleta’ya; bu romandaki kahraman Günay Diker oldum uzun süre. Yirmi bir – yirmi yedi yaşları arasını yaşadığım tuhaf, gözünü budaktan esirgemez, on kadar kadını aynı bedende yaşatan genç bir kadındır Günay Diker. Ben erkek bedenimde on kadar kişiliği olan bir genç kadını yaşattım. Bu, benim yolculuğumdu yazan olarak. Bunu yazar olarak yapamazsınız. Sonuçta Muleta’da hikâye derleyen bir burjuva entelektüelinin birkaç yıla sığan serüvenleri anlatılmakta. Kahramanın cinsiyeti önemli mi? Bir açıdan önemliydi! Ki, onun serüvenini anlattıracağım roman yazarıma, yazacağı kahramanın kadın mı erkek mi olmasını tartıştırdım. Kahramanın kadın olması gerektiğine böyle karar verdi. Genç, güzel, alımlı, sıcak, kültürlü, çekici bir kadın, tanımadığı kadınların da erkeklerin de kadınlı-erkekli oturulan masalarına kolay yaklaşabilir. Maddi sorunları olmaması da önemliydi. Günay Diker’in Muleta romanındaki İstanbul yolculuğu ayrımı (sequance) ile Ölüyaprak Vuruşu (Eski Sevgili) adlı romanımın İstanbul yolculuğu ayrımı aynıdır. Orada Özgür Güneyli genç bir kızla (Günay) tanışır. Muleta’da ise Günay Diker genç bir adamla (Özgür) ile tanışır.

Filmlerinizin ve romanlarınızın kahramanlarına bakıyorum, alışılmadık kişilikler. Sizce kahraman sıra-dışı mı olmalı? Ölüyaprak Vuruşu’nda Özgüre Güneyli öyle...

Herkesin, hayatının roman olabileceği yanılgısı bir yana, kahramanın hikâyesi ayrıksı, anlatılmaya değer olmalı.

Romanlarınızı yazarken kahramanlarınızla ilişkiniz nasıldır?

Gündelik yaşantımda kahramanlarımla her an birlikteyimdir. Eve dönüp yazı masama geçtiğimde yazacaklarım hazırdır. Sırlanmış Zamanın Gölgesinde romanındaki Yosun Kız’a âşıktım. Benim çalışma tarzım bu! İşi şizofreniye vardıracak kadar kabullenirim olayların ve kahramanlarımın gerçekliğini. Tarzınızın böyle olması, sağlıksız bir ruh haliniz olduğunu göstermez. 2006 yılıydı galiba! Birçok büyük romancıyla tanışmış, konuşmuş, paylaşımda bulunmuş Gürsel Aytaç davet etti. Büyük bir iltifattı benim için. Bir saat kadar sohbet ettik. Bir psikolog kadar titizlikle gözlüyor beni. Sonunda, “ne kadar sağlıklı bir adamsın” dedi. Şaşırdım. Meğer sanatçılar(!) öyle hastalıklı tavırlar sergilermiş. “Sanatçı ille biraz kırık(!)” olur rolleri içinde öyle şizofren havalarına girmeye gerek yok! Yaratım sürecinde “unutma” tehlikesi az söz konusu olan ressamlık, şairlik, öykücülük için bir şey diyemem elbette, ama yönetmenlerin, romancıların, orkestra şeflerinin sağlıklı bir beyinleri olmalı. Sanatçının öte dünyalarla bağlantılar kurarak ilham almaları gerekmez. İlham milham diye bir şey yok zaten. Kimilerinin kendine uhrevi özellik vehmetemsi kadar saçma bu! Sağlıklı bir beyne, dolayısıyla güçlü bir belleğe ve çalışmaya gereksiniminiz var. Çok çalışmalısınız... Ölüyaprak Vuruşu romanı üzerinden en az yüz elli kez geçmişimdir. Yaz, değiştir, kur, boz, dağıt, yeniden kur...

Ölüğyaprak Vuruşu’nu ne kadar sürede tamamladınız?

Birkaç yılda bir roman yazanları şaşkınlıkla izliyorum. Sırlanmış Zamanın Gölgesinde 1985-2006 ve Muleta 2000-2014 yılları arasında yazıldı. Ölüyaprak Vuruşu’nu ise 1985-2016 yılları arasında yazdım.

Özgür Güneyli tuhaf bir adam!

Ölüyaprak Vuruşu’nun (Eski Sevgili’nin) Özgür Güneyli’si uzaklara giden gençlik sevgilisini unutamamış bir adamın, dolayısıyla eski sevgilinin serüveni anlatılmaktadır. Öyküsel düzlemde sarsıcı bir başkalaşma ve yabancılaşma yaşanıyor. Kendimize bakalım; hepimiz birilerinin eski sevgilisiyiz, ama acaba eskisi gibi miyiz? Biçimsel düzlemde çok şaşırtıcı bir roman olarak karşılanabilir.

Bir romanı filme uyarlamanın en önemli unsuru sizce endir?

Roman romandır, filmse film. Bazen roman, senaryonun salt aracıdır. Öyleyse romanın kimi bölümleri atılabilecek, senaryoya yeni sahneler eklenebilecektir. Bu yaklaşım üzücü bulunabilir, ama bunu kabul etmeliyiz. Bazen romana sadık kalınarak başarılı bir uyarlama yapılabilir. Bazen romanın salt sinopsisi ya da treatmenti kullanılabilir. Tüm bunların ötesinde; bu iki sanatın dillerinin kimi farklı yönleri olduğu kabul edilmelidir. Peter Greeniway, “Sinema edebiyatçı dükkânı değildir” sözüyle neyi kasteder? Bilmiyorum... Bildiğim bir şey var; sinema asla resim ya da fotoğraf sergisi değildir. Güzel ve güçlü görüntüler mi? Sinemada görüntüler zaten güçlü ve güzel olmalıdır. Sinema dili yaratılırken, öbür sanatları ve roman sanatının dili yağmalanmıştır; Griffith’in, Charles Dickons okumalarını anımsayalım, ama unutulmamalı ki, sinema sonuçta artık kendisinden başka da bir şey değildir.

Sizin romanlarınızla filmleriniz arasındaki ortak nokta nedir?

Hikâye... Sinema, sanat oluncaya kadar ve kendisini oluştururken birçok evreden geçti, daha da geçecektir, ancak sonuçta film bize bir hikâye anlatmalıdır. Bizi bilmediğimiz büyülü bir dünyaya götürmelidir. Bize o dünyayı yaşatmalıdır. Bunları söylerken Berthold Brecht’in sinemaya dair tüm endişeleri aklımdan geçiyor; filmde anlatılan hikâye izleyiciye geçmeli, onu sarsmalı, etkilemeli, hatta kahramanla özdeşlik kurulmasının sakıncasını görmem. Buna karşın film, bir durumu ajite etmemeli, izleyicileri ağlamaya ya da gülmeye zorlamamalı.

Anlatıcılık serüveniniz başlamadan, çevrenizde yaşananlar dikkatinizi çekiyor muydu? Gözlemler yapıyor muydunuz?

Ben böyle doğdum galiba! Okur-yazarlığa dört yaşında başladım. Okumayı babamdan yarım günde öğrendim. Harfleri ezberletti. Onları yan yana koydu. T, O, P ya da İ, P ya da K, U, T, U harflerini yan yana yazdı. “Oku” dedi. “Teope” diye okudum. Okudum, ne dediğimi toparlayamadım. “Ağzından çıkan sesi olduğu gibi duy ve fark et” dedi. “Teope” diye okudum. “Kendi sesini duy” dedi. “Teope... Yani top... İpe, yani ip... Keuteu, yani kutu...” Evet, yarım günde... Müthiş bir coşkuya kapılmıştım. O günden sonra gördüğüm tüm yazıları okudum. Tabela, plaka, gazete, kitap... Halen, saplantılı bir biçimde gördüğüm her yazıyı okurum... Altı yaşında ise Arapça okur-yazar durumdaydım. Anneannem, müthiş hikâyeler ve masallar anlatırdı. Görünüm olarak bir Kızılderili kadını gibiydi. Anneannemden dinlediğim anlatıları kafamda yeniden kurdum ve yazdım. Yazarlığa başladığımda birçok şey zihnimde hazırdı. Gerçek hayatın içindeki yüzler, olaylar, davranışlar ya da görüngüler kendiliğinden dikkatimi çekiyordu. Ben onlar için yaratılmıştım zaten. Özel olarak gözlem yapmama gerek kalmıyor.

Filmleriniz, romanlarınız, bilimsel çalışmalarınız sanki belli bir sıraya göre geliyor? Bir film çekiyorsunuz, ardından bir kitap geliyor. Sonra bir film, bir kitap... Gerçekten böyle bir planlama yapıyor musunuz?

Hayır. Sadece bir tesadüf! Bilmem...

Ödüllerinizden söz edelim: Bir yapıtınızın ödüllendirilmesi, bir sonraki çalışma için nasıl bir anlam taşıyor?

Size bir ödül verilmesinin kötü bir tarafı yok. Kurumlar sanatçıyı onore etmek ister ve ödüllendirir. Dolayısıyla ödül alınabilen değil, verilen bir şeydir. Niteliğin ölçütü de değildir.

Eğitmen ve sanatçı kimliğiyle öne çıkan bir Cengis Asiltürk var karşımızda. Yeni yaratıcı kimlikler yetiştirmek nasıl bir duygudur? Öğrencilerin sizden etkilendiklerini görüyor musunuz, böyle şeyler fark ettiğinizde tepkiniz ne oluyor?

Genç insanlar onlar, kolay etkilenirler... Etkilenmemeleri, özgün bir tavırla yürümeleri, kendi dillerini oluşturmaları, bana karşı çıkmaları için ayrıca çaba sarf ediyorum elbette.

Çok teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür ederim.