Biraz maziden söz edelim.
70’li yıllarda Cağaloğlu İncili Çavuş Sokak’ta bir matbaa ve gazete vardı. Adı Maddede ve Manada Sabah, Türkiye’de ve dünyada Sabah oluyordu. Gazetede İsmail Oğuz yanında gazeteciliği öğrenen üç Kur’an Kursu talebesi vardı. Mehmet Arıkan, Mustafa Akkoca ve Mustafa Cerid. İsmail Oğuz zamanında, Ahmet Sadettin Elgin Güner, İrfan Derman, Günvar Otmanbölük, Üstün İnanç, Hüseyin Tanrıkulu, Mustafa Bilim vardı.
Bir süre sonra İsmail Oğuz öldü, yeğeni Şeref Oğuz başka bir gazeteye geçti. Kısa bir sürede Ahmet Güner, İrfan Derman, Üstün İnanç, Günvar Otmanbölük ve daha bazı eski kıdemli gazeteciler oradan ayrıldılar.
Mehmet Arıkan gazetenin sahibi, Mustafa Akkoca müessese müdürü, Mustafa Cerid de Genel Yayın Müdürü, o tarihlerde Yazıişleri müdürü idi. Uygulamacı olarak bir tek Mustafa Cerid gazeteciydi. Sayfa sekreteri, sayfa mizanpajcısı, sayfa tasarımcısıydı. Yazı da yazıyordu.
Mehmet Arıkan Antalyalı, Mustafa Akkoca Konyalı ve Mustafa Cerid Çorumlu idi. Üçü de Türk asıllıdır yani.
Ben Yeniaysa Gazetesi’nden kovulmuş işsiz kalmıştım. Atilla Şahiner’in temas kurmasıyla Sabah Gazetesi’nde işe sayfa sekreteri olarak başladım. Ahmet Güner ile kısa bir süre çalıştım. Sonra o gidince Hüseyin Tanrıkulu, Mustafa Bilim, Hayrettin Ayaz, Muhsin Küçük, Osman İslam, Recep Arslan birlikte çalışıyordu. Hemen hepimiz üniversite öğrencisiydik aynı zamanda. Mezun olan Hayrettin Ayaz ve Muhsin Küçük de bir süre sonra ayrıldılar. Mustafa Bilim  Tercüman’a ve Hüseyin Tanrıkulu da ayrılıp Türkiye Gazetesine geçtiler.
O sıra gazete Demirel yandaşı olmaktan ayrılmış, Ferruh Bozbeyli tarafına geçmişti. Buna elleri mahkumdu. Süleyman  Hilmi  Tunahan’ın damadı Kemal Kacar milletvekiliydi ve ona bağlı olarak hareket ediliyordu.
Halbuki Demirel onlara örtülü açık bir çok imkan sağlamıştı. Bir süre sonra MHP yandaşı olundu. Sonra karmaşa ve kararsız yayın siyaseti izlendi. O dönemlerde Mehmet Şevket Eygi ve Necip Fazıl Kısakürek ayrı zaman dilimlerinde gazetenin yazarı oldular.
Necip Fazıl bey hal ve tavırlarıyla bu iki Mustafa ve bir Mehmed’e hiç de değer verir görünmüyordu.
Gazete maaşları ödeyemiyordu. Gazete çıkıyor ve Basın İlan Kurumu’ndan her ay yüklü miktarda para alıyordu. Matbaada başka gazeteler de basılıyor, para kazanılıyordu. Ama çalışana maaş ödenemiyordu. O zaman SEKA Genel Müdürü Kemal Unakıtan idi ve Süleyman Demirel’in yandaşlarına kağıt tahsislerini güçlük çıkartmadan temin ediyordu.
Gazetenin çay ocağında kağıttan külah yapılıyor, içine 9 adet siyah zeytin konuluyor ve yanına da çeyrek somun ekmeği veriliyordu çalışanlara. Bu öğle yemeği çalışanlar tarafından ücreti karşılığı temin ediliyordu.
Gazete tam o esnada yine devlet teşviki olarak yüzlerce dönüm tarla aldı. Yalancı bir proje çizildi. Okulu, camisi, çocuk yuvası, çarşısı olan bir hayali proje. Çalışanlara, maaş ödenemeyen çalışanlara, gazetenin bekçisine bile zorla ve baskıyla satıldı. Sonra o Sabah mahallesi yok oldu gitti.
O maaş alamadığımız günlerde ben bir bayram yazısı yazdım. Maaş yok, umut yok, heyecan yok. ‘Bayram gelmiş neyime, Anam anam garibem’.
Mehmet Arıkan beni odasına çağırdı. İslam’da bayramın ne demek olduğuna dair bir vaaz verdikten sonra ‘Bayramlarda umut veren yazılar yazmak gerek’ diyerek sözlerini tamamladı. Ben işçi,  o patron. Peki dedim, boynum bükük çıktım odadan.
Profesör doktor Nihat Nirun masondu. İnönü Üniversitesi’nin rektörü idi. Bizim gazetemizde başyazı yazıyordu. Bizim Kur’an Kursu talebelerinin ona saygısı sonsuzdu. Sosyoloji profesörüydü. Ben de o yıl üniversiteyi Felsefe, Sosyoloji, Psikoloji, Pedagoji icazetleriyle mezun olmuştum. Üniversiteye geçmek, ilim adamı olmak istiyordum. Her üniversite öğrencisi de böyle umar ve ister.
O yıllarda yaygın bir söylence vardı. Mason olmayan profesör olamazdı. Nitekim milliyetçi, maneviyatçı isimler 12 Eylül ihtilali sonrasına kadar profesör olamadılar.
Benim için iyi bir fırsattı. Mustafa Akkoca’ya talebimi anlattım. Nihat hocaya bir mektupla beni tavsiye  ederse, onları kırmayacağını düşündüğümü söyledim.
Mustafa Akkoca birkaç gün beni beklettikten, birkaç kere daha talebimi tekrarlamamdan sonra mektubu yazdı.
Mektubu cebime koydum. Ankara’nın yolunu tuttum. Sarı bir zarftaydı mektup ve işin ilginç yanı zarf kapatılmamıştı.
Nasıl olsa zarf açıktı. İçindekini okumamın ahlaki olup olmayacağını uzun süre zihnimde muhakeme ettikten sonra okudum. Mektup şöyle bitiyordu.
‘İş bu mektup ilgilinin isteği üzerine yazılmıştır.’
Bu cümleyi görünce hocaya gitmemin bir anlamı olmadığını biliyordum ama artık otobüsteydim ve inecek durumda değildim.
Mustafa Cerid ile samimiyetimiz fazlaydı. Sonuçta gazetenin yazıişlerinde her dakika beraberdik. Beni de severdi, ben de onu severdim.
Öğretmenlik yaparken tatillerde de ben gazetede çalışmaya devam ettim. Zaten gazetede de Cerid ve benden başka gazetecilik yapacak adam da kalmamıştı. Gazete neredeyse naylon tabir edilen, baskı sayısı ve dağıtımı, satış ve iadesi göstermelik bir gazete haline gelmişti. Ama Basın İlan Kurumu’ndan yine kağıt üzerinde gösterilen rakamlar esas alınarak her ay yüklüce para alınıyordu. Süleyman Demirel onlara kredi açmış, onlar da bir iş hanını satın almışlardı.
Bir okulda öğrenci kayıtları sırasında, bir karakolda görevli polis memuru çocuğunu başka semtte oturduğu halde o okula kayıt ettirmek istiyordu. Okul müdiresinin odasındaydı.O anda okulun hademesi müdirenin odasına çağrıldı. Müdire  hademeye emirler verip fırça çekti. Bunun üzerine  hademe ama demek istedi. Polis memuru fırsatı ganimet bilip, müdireye yaramışlık yapmak için, hademeyi haşladı. Hademe bir şey diyemedi, dışarı zor attı kendini. Ama yaşlı ve duygusal bir adamdı, kalbi sıkıştı. Cankurtaran geldi adamı hastaneye kaldırdılar.
Ben eskiden o okulda görev yaptığım için olay bana anlatıldı. Olaya şahit olan bir iki kişi vardı. Onlar da olayı aynı şekilde anlattılar.
Ben de gelip gazetede bir haber yaptım. Karakolun adını da vererek bir polis başlığıyla haberi yayınladım. Gazeteyi de o karakola postaladım.
Tabi karakolda çarşı Pazar karışmış, İhtilal yeni yapılmış. Karakol amiri o polisi bulmuş ve ‘git bu haberi yalanlat, yoksa elbiseni soyarım’ demiş.
Ben yokken müdire  ve polis birlikte gelip Mustafa Cerid ile görüşmüşler. İşten atılacağından, çoluğundan, çocuğundan dem vurmuş.
 Müdire hanım okulda bazı güvendiği insanlara ‘Ay nasıl dakikası dakikasına olayı tespit etmişler’ diye şaşkınlığını ifade etmiş.
Geldim gazetede haberi yalanma yayınlamış Mustafa Cerid. Hem de bana sormadan. Çok üzüldüm. Haberin her şeyinin hakikat olduğunu anlattım. Mustafa Cerid şöyle dedi:
-Kardeşim benim davam değil ki!.