Evet, yanlış duymadınız, başlık doğru…
Cezaevine girdim, hem de kapalı E- tipi cezaevine hem bir kerede değil tam iki kere…
İçinizden ne işi var bunun şimdi?
Allah Allah dediğinizi hisseder gibi oldum…
Evet, ben girdim hemde tüm irademle ve isteğimle…
Hani Üstad derya nedameti (pişmanlık) anlamak için mapushanelere ve hastahanelere git… İşte gerçekten oradaki insanlara sorsanız belki tamamı nedamet edecektir. Bu pişmanlık bir fayda etmemekte…
PEKİ, NASIL GİRDİM CEZA EVİNE?
Yürüyerek desem gülersiniz.
Elimi kolumu sallayarak girdim.
Bir kere YGS’de sınav gözetmeni olarak, bir kere de konferans vermek için…
Güzel bir deneyim olduğunu söyleyemem. İnsan psikolojisi iniş çıkışlar yaşıyor. Oradaki her mahkûmun yerine kendini koymaktan geri duramıyorsun.
Ceza evindeki her bir kişinin masum olduğunu iddia edemem, belki de bazılarına yaşam hakkı bile vermek vicdan sınırlarının fazlaca zorlanması anlamına geliyor.
Heleki tecavüzcülere, ırz düşmanlarına !!!
Ama karşınızdaki bir insan,
Belki kiminin bir çocuğu,
Kiminin babası, 
Kiminin annesi ya da kardeşi,
Ama o başka çehrelerin altında da insan yatıyor.
Hani Hrant Dink öldüğünde, eşi Rakel Dink, Agos Gazetesi’nin önünde şu çarpıcı cümleyi söylemişti ya!!!
“Bir bebekten katil yaratmak.”
İşte cezaevine girdiğimde beynimde bu cümle sürekli yankılandı.
Bir bebekten katil yaratmak…
Bir bebekten hırsız yaratmak…
Bir bebekten uyuşturucu satıcısı yaratmak..
Bir bebekten tecavüzcü yaratmak…
Bir bebekten tacizci yaratmak…
Bu listeyi uzatır gideriz. Bence bu gariplerin cezaevlerinde olması bu sonuca katlanmalarının ardında ki temel gerekçe aile mevhumunun ihmal edilmesi ve sonuç olarak yıkılmasıdır. Tabiki toplum olarak bizlerinde rollerinin olduğu yadsınamaz bir gerçek…
Cezaevinde en fazla dikkatimi çeken husus oraya mahsus olan koku, daha dış kapıda sanki kendini gösteriyor. Üstünze o melun koku siniyor sanki. 
İçeri girerken bile görevliler tarafından potansiyel şuçlu imajını yiyorsunuz. Tavırlar, hareketler ve sözler bu şekilde. Birinci kapıda arabanız, sonra kendiniz üst aramasından geçiriliyorsunuz.
Hiçbir elektronik cihazı oraya götürmek mümkün kabilinde değil. Cep telefonunu kapıda bırakıyorsunuz. Bozuk para dâhil her şeyinizi arabaya bırakıyor ya da emanete veriyorsunuz.  Sanki havaalını güvenliği gibi kemer dâhil hiçbir materyal üzerinizde kalmıyor. X-RAY cihazlarndan birkaç deneme ile geçiyorsunuz. Heleki ilk geçişte ötünce yüzünüz kızarıyor, betiniz benziniz atıyor. 
Ayakkabılar çıkarılıyor onlarda farklı bir X-RAY cihazından geçirilerek devam ediyor. Sizde yalın ayak yürüyerek ceza evine varıyorsunuz. Mahkümiyeti az kalmış olanlar profosyonel garson havasında çay ocağından size doğru bir bakış atıyorlar.
Ceza evi müdürü ile görüşmek isteyenler sıradalar. Onlarda garip ve ilginç gözlerle sizi süzüyorlar. 
Asker dışarıda, infaz koruma memurları içeride yetkili. Geniş bir koridordan, silik grimsi kalın demirlerin ardında sizi olanca haşmeti ile televizyonlardan fırlamış gibi duran asık suratlı, kırışık yüzlü, irice bir gardiyan karşılıyor.
Asma kilitle kapalı olan kapıların sürgüleri, iç gıcırdatan sesi ile tüm ceza evi koridorunu inleterek açılıyor. İçeriden bağırma sesleri geliyor. İnsan önce ürperiyor ancak sonra sizin yanınızdaki mihmandarınız bunun koğuşlar arasındaki iletişim yöntemi olduğunu söyleyince ferahlıyorsunuz.
Her yer çelik sivri ve keskin olduğu her halinden belli olan jiletli ve dikenli tellerle çevrili, uzunca bir koridordan aşağıya doğru hafifçe süzülürken mahkûmların daracık yaşam alanları perde betonların arasından görülüyor. 
Siyahlı, beyazlı çamaşırlar ellerinde yıkanarak özenle asılmış duruyor. Gökyüzünün on metrekarelik alandan temaşa edebiliyorsunuz. Yukarısı tel örgü, aşağısı jiletli tel,  çatı tel örgü….
Bir ayrıntı gözünüze çarpıveriyor. Dikenli tellere takılmış bir top…
O daracık alanda futbol oynama zevkini yaşıyor olmalılar diye düşünüyorsunuz.
Mahkûmlar geliyor o sırada. Değişik bir duygu yoğunluğu giriyorsunuz.
Önce ürkek ve korkak bir bakış fırlatıyorsunuz. Mahkûmlarla göz göze gelmemmek için gözünüzü tavanın yağmurda akan ve sonrasında sarılı yaşilli bir renk bırakan yere dikiyorsunuz. Biraz biraz alışmaya başlayınca harekete geçeyim derken bir şeyler tekrar size engel oluveriyor.
Yarabbi!!!  
Bizleri yakınlarımızı evladlarımızı düşürme  bu mahkum kardeşlerimizin ailelerine abrı Cemil nasip et diye sürekli, dudaklarınız hiç susmayacak gibi kıpırdaya kıpırdaya dua ediyorsunuz. 
Sonra o mahkûmlarında etten kemikten birer varlık olduğunu hatıra getirerek beyninizin oluştuduğu ön yargılı anaforları yıkmak için elinizden gelen tüm çabayı sergiliyorsunuz. 
O sırada bir mahkûm size doğru sert bir bakışla:
-Sizi nereden tanıyorum? diye.
 Kalın ve kendinden emin bir tarzda soru soruyor.
Soru karşısında ne cevap vereceğinizi düşünürken. 
-Beni tanımazsınız ben uzun yıllardır buralarda değilim deyip geçiştiriyorsunuz.
Ancak kötü son başlıyor. Sınav esnasında o soruyu soran mahkûmun adını soyadını öğrendiğinde yıkılıyorsun.
O soruyu sorup, dama düşen mahkum daha 3 yaşında iken senin sevdiğin dünyalar tatlısı ve şeker çocuk…
Şok oluyorsun…
Beyninin derinliklerinde fırtınlar kopuyor…
Hayır, bu o olamaz diyorsun ama maalesef ki o…
Üzüntüden başının her yeri karıncalanıyor. 
Arkadaki mahkûma bakıyorsun yeni on sekizini doldurmuş, yüzüne baksanız bebek sanırsınız. Allah bir kere düşürmüş elden bir şey gelmiyor.
İnsan üzülüyor.
Yaptıklarına… Ya da yapamadıklarına…
Kiminin on altı yılı var…
Kimi müebbet ama YGS sınavına giriyor. Başta algılayamamıştım ama bunlar bir koğuştan ötekine gidemiyor ki üniversite kapısına gitsinler.
Umut dünyası, açıköğretimden okuyarak bitirip belkide çevreye en önemlisi kendilerine ben işe yarıyorum mesajını vermek istiyorlar.
Zor..İşler…
Zor yerler…
Zor anlar…
Bir ağaca, bir gökyüzünün mavisine, eşine dostuana, evlada hasretsiniz…
Allah kimseleri dama düşürmesin…
Allah oradaki masum olanlara yardım etsin…