Ben 1980 öncesinden beri global {dünya çapın] strateji ve güç yaratma konsepti üzerinde kafa yoran bir şahısım. Bu ilgim dolayısıyla daha 12 Eylül Darbesinden önce Türkiye’nin 1960 Anayasası ile idare edilemeyeceğini görüyordum. 1960 darbesini yapan bir kısım subaylar ve bundan sonra 1971, 12 Mart Muhtırasına kadar olan süreçte sistemi ellerinde tutan masonların oyuncağı olduklarının farkına bile varamadılar. (Maalesef) 1960 Anayasası ile getirilen sözde özgürlükler, devlet içinde devlet olan kurumlar, yetkisiz ve otoritesiz hale getirilmiş başbakanlar, Milli Güvenlik Kurulu’nda zart zurt üstüne karar alan bilgisiz paşalar yüzünden Kemalizm’i korumak içgüdüsü ile hareket ettiler. Türkiye anarşi ve teröre sürüklendi. 1970-80’lerin dünyasında Osmanlı döneminde olduğu milli kimliğe, devletin bekasına adanmış “Gazi Osman Paşa, Ahmet Muhtar Paşa, Fevzi Çakmak Paşa gibi” generaller yetiştirilemiyordu. 1946’dan sonra demokrasiye geçiş için şart koşulan “Türk milli eğitiminin” “fullbright” denetimine sokulması sebebiyle milli kültüre ölümüne bağlı, sadakatli, kimlik değerlerine sahip çıkan insan tipi yerine; batıya özenti duyan, onların yarattığı ideolojilerin peşinde koşan değerler dünyası karışık gençler yetiştirildi. Cehalet, karmaşık fikir dünyası, milli terbiyeden yoksun insan tipinin kafası karışık olduğu için işleri de karışık oldu, ülke kaosa sürüklendi. Bu işe çare bulmak isteyen devlet adamlarımız sistemi masonlar kontrol ettiği için bir şey yapamadılar. Acaba hangi insan modeli üzerinden ülke düzeltilebilirdi? Bazıları İslamcılık yeniden ayağa kalkmalıdır dediler, diğer bir kısım fikir adamları bu iş ülkücülük üzerinden olur dediler. Bazıları da solculuğun kurtuluş yolu olduğunu söylediler. Masonlar bir kısım İslamcılara ve solculara milli kimliği ret ettirerek (enternasyonalist), ülkücülere de İslami değerlerdeki hassasiyeti unutturacak, dikkatleri Sibirya taraflarına çekecek bir halüsinasyon uyguladılar, ülke kan gölüne döndü.  Herkes haklıydı. Herkes gerçeğin hakiki temsiydi. Haklı olan davasına inanan dövüşmekten kaçamazdı. Kimse kaçmadı, herkes dövüştü. Olanları herkes biliyor. Aynı ailenin çocukları birbirini öldürdü.

İşte ben o zaman 1960 Anayasası ile bu ülkenin yönetilemeyeceğini anlamıştım. Başkanlık sistemine kafa yoruyordum. İsteyenler 2002 yılından bu yana “Önce Vatan Gazetesi’nde” çıkan yazılarıma bakabilirler. Ben Başkanlık Sistemini 1980’den beri savunuyorum. Bu düşüncemi Saim Hocam’da yakından biliyor. Şunu söylüyorum: Ben Tayyip Bey’den önce daha AKP ortada yokken bile başkanlık sistemini savunuyordum.

1980 müdahalesinden sonra 82 Anayasası yapıldı. Bir defa anayasa çok uzundu. Lüzumsuz teferruata ve tekrarlara gidiyor, kendi kendisini inkâr ediyordu. Anayasa demokratik bir anayasa mı, antidemokratik uygulamaların meşrulaştırılmasında bir araç mı idi anlaşılamadı? Buna rağmen devlete otorite; idareye yetki veriyordu. Tek yetki vermediği program halkın değerlerine uygun bir sistemin kurulmasına karşı gösterdiği dirençti.  Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmişti ama Cumhurbaşkanı yetkiyi başbakanla bölüşüyor, kendisi idari yetki kullanamıyordu. Sorumsuz denetim gücüne sahip engelleme gücü fevkalade artırılmış fakat iş yapma gücü sıfır edilmişti. Adeta halkın taleplerin ret etmek üzere başbakanın tepesine bir bekçi atanıyordu. Bunun böyle gitmeyeceği belliydi. Kim iktidara geldiyse “Başkanlık Sistemi” olmadan devletin yürüyemeyeceğini söyledi. (Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş ve Muhsin Yazıcıoğlu) 

2002 yılında AKP iktidara geldi. Sistemi kontrol eden yapılar harekete geçti, iş yaptırmamak için saldırdılar. Esas iktidar gücünün kendilerinde olduğunu, seçimle gelen iktidarların zorba bürokrasiye tabi olmaları gerektiğini iddia ettiler. İş karşılıklı restleşmelerle devam etti gitti. 2007’de 367 krizi ile başlayan süreç, 2008 de Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesinin kabul edildiği referanduma gitti ve iş bitti. Bu defa şu çelişki ortaya çıktı: TBMM’i halk tarafından seçilmiştir. Cumhurbaşkanı ’da halk tarafından seçilmiştir. Aynı mercie bağlı, aynı yerden yetki alan makamlar arasında astlık üstlük olmaz. Otorite bölünmez prensibi çerçevesinde bu çelişkiyi düzeltmek gerekiyordu. Bu süreçte Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde bazı girişimler oldu ise de gerekli yasal değişiklikler yapılamadı. Bu güne kaldı. 

Biz Sn. Mustafa Şatıroğlu ile 2010 yılında Prof. Celal Erbay, Hayrettin Şallı, Zeki Bıyık Bey ile İstanbul Düşünce Enstitüsünü kurduk. (İDE) 2011 yılında bir anayasa hazırladık, anayasa felsefesi üzerine çok uzun bir doküman oluşturduk. Bu çalışmayı Marmara Üniversitesi Rektörlüğü’nde bir sempozyum düzenleyerek, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin tartışmasına sunduk. Hazırladığımız anayasayı TBMM’ne götürdük, Anayasa Komisyonu’nda savunduk. İlgili nüshaları verdik. Prof. Dr. Burhan Kuzu, Prof. Mustafa Şentop, Sırrı Süreyya Önder ve CHP’den Rıza Türmen ilgi ile dinlediler, Özellikle Rıza Türmen sizin hazırladığınız model değişik bir sistem, 82 Anayasasında tadilat değil yeni bir model kurmuşsunuz dedi, bizi ilgi ile dinledi. Hazırlıklı ve kapsamlı bir çalışma yapmışsınız dedi. Rıza Türmen böyle söyleyince bizde sevindik. (yazıya devam edeceğiz)