Bu azîm kâinatı Yüce Allah; çok büyük maksatlar, çok büyük gayeler için bu şekilde teşkil ve tertip edip donatmıştır. Üstelik bütün bu yaratılış ve yapılışı tüm ayrıntıları ile inceleyecek olan insanı; tabii ki ihmal etmemiştir. Tüm bu hakikatleri, gerçekleri yani İlâhî muhteşem saltanatı seyredip düşünecek insanla; Yüce Rab elbette konuşacak ve görüşecektir.

     Şüphesiz her insan; bin bir eksiklikleri yüzünden Allah’ın huzuruna çıkacak maddî-mânevî donanımdan yoksundur. Bu hâliyle İlâhî huzura çıkarılmaya uygun düşmüyor. Ama içlerinden seçtiği kimi insanı Allah; bizzat huzuruna celbederek, katına çıkarttığı o seçkin kulları, halk için, nice görevlerle yükümlü kıldığını bildirerek; tekrar insanların arasına gönderir. 

     Tâ ki iki bakımdan bu kudsî göreve münasebeti bulunsun. Hem o seçkinler insan olmalı ki, insanlara öğretici olabilsin. Hem ruhen son derece yüksek olmalı ki, doğrudan doğruya kendilerine hitap edilebilsin.

     Âhir zamanda bu yüksek göreve Hz. Muhammed uygun görülmüş; zaten bu maksatla hayatının her döneminde İlâhî bir terbiyeye mazhar kılınmıştır. 

     Çünkü o Zât, kâinatın, evrenin tılsımını keşfeden ve keşfettirecek, açtıracak tek adamdır. 

     Çünkü o Zât; yaratılışın muammasını, zor anlaşılır sır ve gizlerini açığa çıkarmış; insanlara da bunun manevî anahtarlarını hediye etmiştir. 

     Nitekim o eşsiz zat olan Hz. Muhammed Mustafa da, İlâhî saltanatın tüm hüsün ve güzelliklerinin tam bir şekilde dellallığını lâyıkıyla yapabilmiştir. Tabii ki Yüce Allah’ın O’na eksilmeyen yardım ve destekleriyle.

     Çünkü, bütün fert ve bireylerin içinden seçilmiş olarak; bir manevî yolculuğa çıkartılacak. Hem öyle bir sefer ki, manevî ve ruhî mahiyet arzeden bir seyr ü seyahat, bir seyr ü sülûk yani heyecanlı bir yükseliş olacak.

     Ki, cismânî âlemde seyahat sûretinde bir miracı, yani Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Cenabı Hakk’ın huzuruna ve katına ruhen, cismen, hâlen çıkması mucizesi gerçekleştirilecektir.

     Allah’ın isimleri, yani esma berzahını, fiil ve sıfatlarının tecellilerini, görünmelerini, varlık tabakaları yani varlıkların kısım ve bölümlerinin arkasına kadar tüm mertebeleri aşarak yükselişi tamamlattırılan görkemli bir yolculuk...

     Fakat hemen akla gelmiyor değil: Her şeyden daha yakın bir Rabbe, binler sene mesafeyi katedip yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra erişmek ve O’nunla görüşmek ne demektir?

     Deriz ki: Yüce Allah her şeye, her şeyden daha yakındır; fakat, her şey O’ndan nihayetsiz uzaktır. Nasıl ki güneşin şuuru, bilinci ve konuşması olsa, elindeki ayna ile seninle konuşabilir. İstediği gibi sende tasarruf eder. 

     Belki ayna gibi senin göz bebeğinden sana daha yakın olduğu hâlde, sen dört bin sene kadar ondan uzaksın, hiçbir cihette ona yanaşamazsın. 

     Eğer yükselsen, ay makamına gelip, doğrudan doğruya bir karşılaşma noktasına çıksan, ona, yalnız bir çeşit aynalık edebilirsin. Öyle de Ezel ve Ebed Güneşi olan Yüce Allah, her şeye her şeyden daha yakın olduğu hâlde, her şey O’ndan son derece uzaktır. 

     Yalnız bütün varlığı aşıp, fert oluştan çıkıp, genelliğin mertebelerinde gitgide binler perdelerden geçip, tâ bütün varlıkları kuşatan bir ismine yanaşır. Ondan daha ileride çok mertebeleri kat’eder, sonra bir çeşit yakınlığa erişir.

     Ancak aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak, bir şey göstermek elbette müşküldür. Fakat, hak o kadar parlaktır ki, körler de görebildiği için, biz de deriz ki: 

     Geniş uzay; kâinattaki boşlukları dolduran, havadan hafif olup, ısı ve ışığı nakleden madde denen esîr ile doludur. Işık, elektrik, ısı gibi diğer şeffaf akıcı varlıklar, o uzayı dolduran bir maddenin vücuduna delalet eder. 

     Meyveler, ağacını; çiçekler, çimenlerini; sümbüller, tarlalarını; balıklar, denizini apaçık bir şekilde gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi, kesinlikle menşelerini, tarlasını, denizini, çimenliğinin vücudunu aklın gözüne sokuyorlar.