Bugün size hepimizin adını kömür madenleri ve demir çelik fabrikaları nedeniyle bildiği, ama pek çoğumuzun turistik bölgelerinden haberinin olmadığı, tatile gitmek için en son yer olarak aklına gelecek bir ilimizden bahsetmek istiyorum. Zonguldak!

Zonguldak benim için çok erken çocukluğumda dayımın yanına geldiğim yer olarak hafızamda yer etmiş. Birlikte denize girişimiz, topladığı midyeleri kıyıda yakılan bir ateşin üstünde pişirip bana yedirişi, şişme bir yunusun peşinde boğulmak üzereyken beni kurtarması hayal meyal gözümün önüne gelen hatıralar.

Zonguldak, taş kömürünün yanı sıra diğer maden yatakları açısından da zengin bir ilimiz. Türkiye’nin en büyük demir çelik işletmesi ve tek entekre yassı çelik fabrikası burada. Merkez ilçenin neredeyse bütün sahil şeridi buişletmeler tarafından ele geçirildiği için turizmin fazla gelişmesi mümkün olmamış. Tabi ki yazların kısa, kışların daha uzun olması ve Karadenizin meşhur dalgaları da turizmcilerin buraya yatırım yapmaları için çok cazip olmamış.

Zonguldak deyince akla ilk gelen Ereğli ilçesi tabi ki. Biz Ereğli’de Cehennemağzı Mağaraları’nı görmek istedik. Doğru düzgün tabela olmadığından, navigasyon bizi mağaranın en yakını göründüğü için üst taraftaki sokağa götürdüğünden bulmakta epey zorlandık. Ama azmin sonu zafer oldu ve sonunda bulduk.

Burası üç ayrı mağaradan oluşuyor.

İlk mağara Kilise Mağarası. Doğal oluşum bir mağara , biraz yontularak düzeltilmiş sadece. Roma ve Bizans dönemlerinde Hristiyanlığın yasaklanması nedeniyle ibadet amaçlı kullanılmış. Mağara tabanında mozaikler, duvarda mum yakmak için nişler bulunuyor. Mağara içinde damlayan sular bir kayayı oyarak küçük bir havuzcuk oluşturmuş. Ama sanki elle yapılıp içine su doldurulmuş gibi görünmüyor mu?

İkincisi Ayazma Mağarası, bu oldukça büyük ve gene doğal bir mağara, tavanı biraz el baltası ile düzeltilmiş. İçinde büyük bir gölet var ve bu suyun kutsal kabul edilip dinsel, törenler için kullanıldığı tahmin ediliyor.

İçindeki göle hala sular damlamaya devam ediyor. Fotoğrafta pek belli olmasa da pırıl pırıl bir göl. İçerisi gerçekten huzur veriyor insana, tek duyulan ses su damlalarının senfonisi.

Üçüncü mağara Heracles Mağarası. Çok dar bir geçitten ve çok zor iniliyor mağaraya, içerde derin bir havuz ve tavanda da evrimini tamamlamamış sarkıtlar var. Ayrıca çok çok dar bir geçitten de başka bir alanla bağlantı olduğu görülebiliyor.

Mitolojiye göre MÖ 1200 de Heracles kendisine verilen 12 görevden en zoru olan cehennemi bekleyen üç başlı köpeğin yeryüzüne çıkartılması görevini burada gerçekleştirmiştir. Çevrede bulunan bol miktardaki eğrelti otlarının da ağzından çıkan köpüklerden oluştuğuna inanılıyor. Harry Potter okuyan veya filmini izleyenleriniz aşinadır üç başlı köpeğin hikayesine.

O daracık merdivenlerden, aşağıyı tam da görmeden inerken, üç başlı köpeğin hikayesi korkutuyor beni biraz :) Sanki bir köşeden ağızlarından salyalar saçarak fırlayıverecekmiş gibi geliyor.

Haluk bu sırada Microsoft'un güvenliğini de Kerberos sağlıyor, korkacak bişi yok diye dalga geçiyor benimle.

O daracık geçitten indikten sonra bu kadar geniş bir mağaraya ulaşmak şaşırtıcı, İlk nasıl keşfedildi acaba. Korku İnsanı nerelerde yaşamaya zorlamış. Bazen mağaralarda, bazen bir dağın tepesinde, bazen yerin altına yapılan şehirlerde.

Yaş ortalaması 65-70 sene olan insan, bu kısacık ömründe  kendi fikirlerini başkalarına zorla kabul ettirmek uğruna olmadık eziyeti yapmış ve yapmaya da devam ediyor. Halbuki herkes kendi aklı ve fikriyle, başkalarına karışmadan, kabul ettiği gibi yaşasa, zaten sen öldükten sonra kim ne yapmış sana ne? E senin de yaşayacağın gün aşağı yukarı belli, bu hırs niye?

Neyse Ereğli’den çıkıp Ankara tarafından Zonguldak’a girerken tüneli hemen geçer geçmez sağ tarafta bir tabela çıkıyor karşımıza.

Gökgöl Mağarası...

Projesini hazırlayan, finanse eden, emeği geçen herkesin ellerine, yüreğine sağlık.

Benim yurtiçi ve yurtdışında gördüğüm sunumu en güzel mağara. Ne resimler ne videolar orayı anlatmaya yetmiyor. Belki profesyonel çekimler olabilir. Ama gidilmeli ve görülmeli.

3500 mt lik mağaranın 875 mt si ziyarete açılmış. Işıklandırma muhteşem. Yürüyüş yolları ledli ve sürekli ıslak olan mağaranın içinde kaymayan bir şekilde dizayn edilmiş.

Ortam karanlık, aydınlatma sadece dikkatinizi çekmek için özel noktalara konulmuş rengarenk lambalar ve yoldaki ledlerle sağlanıyor.

Mağara içi yollar

Kendinizi tamamen farklı bir dünyada hissediyorsunuz, herşeyden kopup büyülenmiş gibi geziyorsunuz.

Biz çok geç gittik sona ulaştığımızda kapanıyor anonsu geldi. Giderken karanlıkta geçtiğimiz yollar dönüşte projektorlerle biz geldikçe aydınlatıldı. Çünkü kızılötesi kameralarla izliyorlar tüm mağarayı. En güzeli, ne bu acil durum projektorleri ne de normal aydınlatmalar gözümüzü alıp bizi rahatsız etmedi.

Işıklandırma için çok emek ve zaman harcanmış. Hiç bir yerde ampul ya da kablo görmedik.

Yeraltı sularının geçtiği yollarda yerler cam yapılıp sular alttan ışıklandırılmış. Aklınıza bakmanın gelmeyeceği ama görülmesi gereken noktalar rengarenk yapılıp görmeniz sağlanmış.


Gökkuşağı galerisinde kendimi Alice Harikalar diyarında gibi hissederken , çöküntü galerisinde devasa bir mağara çukurunun üstünden geçerken ödüm koptu. Kocaman bir fay kırıgının sonsuz derinliğini görmeye çalışırken şaşkınlık içindeydik. Bir mağaranın bu kadar geniş devasa galerileri olabileceği, ya da içinde oradan buradan geçen farklı nehirleri olabileceği aklıma gelmezdi. Ben GÖKGÖL mağarasını anlatmakla bitiremeyeceğim. Gidip görmek lazım. Elime fırsat geçerse mutlaka tekrar görmek isterim. Keşke bu kadar dar vakitte gitmeseydik ve daha profesyonel bir kamera olsaydı yanımda. Aslında biz çabuk dönebilelim diye dönüş yolunun aydınlatılması harika videolar çekmemize olanak sağladı. İstesek olmazdı.

Zonguldak içerisinde arabayla şehir turumuzu yaptıktan sonra oradaki insanların tavsiyelerine uyarak Çaycuma'ya gitme kararı aldık. Çaycuma’yı da aynı şekilde arabayla gezerken bir amca bize Filyos'a gidin oranın denizi de güzel çadır da kurarsınız dedi. Süper tavsiyeymiş. Plajın sonunda kalenin dibinde bir koruluk ve bir çadır gördük. Ve hemen çadırımızı kurup yolda gördüğümüz marketten de ufak bir alışveriş yapıp yemeğimizi hazırladık.

Yoldan Çaycuma'nın meşhur manda yoğurdundan da almıştık ama bin pişman olduk. Biz Menemen'den aldığımız bol kaymaklı lezzetli manda yoğurdundan bekliyorduk, ama yerine ekşi, kaymaksız, garip bir yoğurt çıktı. Yoğurtçu mu bizi kazıkladı, yoksa Çaycuma manda yoğurdu böyle mi bilmiyoruz. Ama yoğurtçunun suçu ise bir kere para kazanıp sonrasında kendi ilçeni kötü tanıtmak için harika bir fikirmiş.

Bu arada hiç kalmayanlar için çadır kampı hiç de korkulacak birşey değil. Özellikle böceklerden korkanlar, yeni nesil çadırlara böcek girmesi mümkün değil. Sadece çadırın kapısını sürekli açık bırakmayın, girip çıkarken hemen kapatın yeter.

İnanın bana çadırda kalıp deniz kıyısında uyumak harika, hele mis kokulu ağaçların altında dalga seslerini dinleyerek. Parayla satın alınamayacak bir mutluluk sabah çadırın kapısını bu güzelliğe açıp sonra yüzünüzü yıkamak için kendinizi denize bırakmak.

Günaydın güzel ağaçlar, iyot kokulu deniz, bizi uyandıran kuşlar !! Hemen kahvaltıyı yapıp bu denizin hakkını vermeli.

Biz yolumuzu ince ince planlamayanlardanız.  Çadırımızın kapısını açtığımızda yolda bizi nasıl doğa harikalarının beklediğini bilmiyorduk.

Koyun korunaklılığından mı, yoksa bugün bizim şansımız olmasından mı deniz pek bir sakin. Şimdiye kadar gördüğümüz bütün plajlar gibi Filyos da incecik kumlu upuzun bir sahil. Deniz çabuk derinleşiyor. Serin suyun tadını çıkardıktan sonra kaldığımız yerin arkasında, tepede gördüğümüz Filyos Kalesi'ne gitmeye karar veriyoruz. El yordamı, buradadır herhalde diye girdiğimiz bir toprak yol bizi yanıltmıyor .  

Aşağıda deniz kıyısında görünen koruluk ve ince kumlu upuzun sahil dün gece bizim evimizdi. Bakalım bu gece ne getirecek.

Manzara harika! Bizi, akşam yemeğimizi paylaştığımız kahverengi güzel can karşılıyor. Adı herkül’müş ve kalenin de bekçi yardımcısıymış :) Kalede kazı çalışmaları devam ediyormuş. Uzaktan gördük, birkaç yıla açılır dediler. 2020 için Karadeniz'e tekrar gezi yapma fikri burada başladı böylece. Kaleyi gezemedik ama Filyos’u yukarıdan görebildik. Herkül ve Filyosla vedalaşıp  yola koyulduk.

Yolda gördüğümüz dev bir tabela da Veysioğlu köyündeki 500 yıllık anıt ağaçtan bahsediyordu. Onu ararken, Çanakçılar fabrikasının müze ve hayvanat bahçesi tabelasına rastladık.

Aile kendi imkanlarıyla bahçeye dört katlı bir binaya müze hazırlamış. Binanın giriş katı tamamen kendi ürünlerinin teşhir salonu, ikinci katta satın alınan tarihi eserler var, üçüncü kat yöreye ait kıyafetler ve kendi anı köşeleri şeklinde düzenlenmiş, dördüncü kat da toparlanmayı bekleyen bağış ve benzeri eşyalar için sanırım depo gibiydi.

Bahçe de minik bir hayvanat bahçesi oluşturulmuş. Leylek , flamingo, pelikan ve ördekler serbest dolaşıyor. Kafeslerde maymun ve benzeri küçük hayvanlar var. Ama bahçede minik bir ördeği parçalamaya çalışan pelikanlar, uyarımıza gülüp geçen görevli , birşeyler sormak için kimseyi bulamamamız bizi üzdü.

Aile oldukça para ve emek harcamış , ama çalışanlar ne gerek var angarya işler bunlar modundalar. Şahsi fikrim özellikle gitmeye değmez. Yolunuz düşerse uğrayıp bir görün, bu minik maymuna da bir selam söyleyin benden :)

Biz yoldaki tabelalarda gördüğümüz ağacı bulmaya onca yol gelmişken, köyde kimsenin ağacı bilmemesi, anıt ağaç nerede sorumuza uzaylı gördünüz mü diye sormuşuz gibi şaşkınlıkla bakıp yok burda diyen insanlar şaşırttı bizi.

Neyse sonunda bir taksi gördük de şöföre sorduk. Biliyormuş köyün üst yolunda dedi.

Birileri bu güzel ağaç için kilometrelerce öteye tabela koymuş hem de resimli ve kocaman bir tabela, ama burada yaşayan insanlara bu ağaç burada, bu önemli birşey size de kafayı çalıştırırsanız maddi destek sağlar demeyi unutmuş . Ama biz iyi ki gelmiş, bu tarihe tanıklık eden ağacı görmüşüz.

Nerede kalınır?

Zonguldak, Ereğli ve Çaycuma’da nerede kalırım diye endişelenmeye gerek yok. Butik otelden, 4-5 yıldızlı otellere kadar her türlü seçenek mevcut. Ancak önceden rezervasyon yapmanız iyi olur. Bazı dönemler çok yoğun olabiliyormuş.

Ne yenir?

Tabi ki Karadeniz yemekleri yemelisiniz. Karalahana sarması, zıbıt, kurufasülye, cizleme, tirit, ısırgan yemeği, sütlü armut, hüppülü tatlısı bunlara örnek olabilir. Ama tabi balık yasağı zamanında gitmediyseniz, hamsi ve istavriti ana vatanında yemek ayrı bir zevk olur.