Merhaba, zehirli oklarımı yine biledim. Pekiyi, kimin için bunlar? Bilemiyorum-z. Yo, yo! Hiç öyle gizli ya da saklı iş çevirme gibi bir derdim ya da tasam yok. Hep olduğu gibi, yani adrese teslim bir yazı ele aldığımı düşünüyorum. O neden ile de size aktaracağım her şeyin aslında gerçek bir sahibi var!

Sahi, yazmaya nereden başlasam şimdi yapılan tüm bu usulsüzlükleri? En baştan mı? Hayır, korkarım ki bu gazetenin tüm sayfalarını dolduracak kadar uzun bir yazı olur. Gerek var mı? Aslına bakılır ise; evet, var! Pekiyi, sizin bunu okumak için harcayarak vaktiniz var mı? Yine korkarak söylemek istiyorum ki; yok! Nasıl olsun? Hepiniz ve hepimiz bir hayat gayesindeyiz. Değil mi? Onu da geçtim, zaten böylesi bir şeyi anlatmaya yayın politikamız gereği izin çıkmayacaktır. Çıkmayacaktır çıkmamasına da, şimdi biri de çıkıp demez mi bana “ne geveleyip duruyorsun be!” diye. Çıkacaktır.  Çıkmasın. Geliyor. Geldi mi? Ah, evet. Gelmiş. Şu an tam aşağıda da duruyor! Bkz: aşağı paragraf

Hala mı uzattığımı düşünüyorsunuz. Bırakın ya hu. Bırakın da alışkın olduğumuz şeyleri biraz da ben tekrar edeyim. Şimdi az önce yukarıda bahsettiğim şeye ilişkin birkaç taraf daha eklesek ya? Ne dersiniz? Olur mu? Hı, hı! Bal gibi olur hem de! Pekiyi, kimi ekleyelim istersiniz? En çok satın alınan, ama bir o kadar da okunmayan, “okunmuyor ise neden bu kadar satılıyor kardeşim?” dediğiniz ya da diyeceğiniz o gazetelerden söz edelim mi? Evet, etmeliyiz. Çünkü bugün gündem maddemiz onlar. Kim yaratıyor bu gündemi? Evet, bu da gariptir, ama ben. Pekiyi, bu gündem kimin eseri? Ne yazık ki benim değil!

Sabah kalabalık bir caddenin girişinde gözüme ilişen ilk gazete standını gözüme kestirdim. Çok erken saatlerdi, kahvaltı etmemiştim. “Şuradan mis gibi bir sandviç alıp, çıkarım!” diye düşündüm ve o gazete standının bulunduğu büfenin camına tıklattım. “Bir domatesli peynirli sandviç!” dedim, parayı uzattım. Sabahın erken saatlerinde açmış olduğu büfeden pek bir rahatsız olduğu yüzüne de yansıyan o adam, parayı uzattığım yerden aldı. Ne bir “günaydın!” ne de bir “buyurun!” demeden bırakıverdi. Bırakıverebilir, normaldir. Çünkü sabahın altı buçuğu! Olacak o kadar. Tam arkamı döndüm, gidiyordum. Dönüp bir gazete aldım. Adı lazım değil, baş harfi bilmem çer, çöp! Tekrar ödedim ve uzaklaştım. Ofise gidince okudum ya da okumaya çalıştım. Falan, fişmekan.

Her sayfada saçı sakalına karışık, kimi yerde parlak yüzlü, pirüpak adamlar. Saçı yahut sakalından bana ne kardeşim de, neden hep bir ağızdan nefret kusan, her bir sayfada bir başka dünyanın mensubu adamlar var! Ardından da diyorum; “her yerde bu adamlar, kim bu adamlar? Bilemiyorum!” Ve Kalben’den de özür diliyorum. Bir anlık onun lafını geçmiş olduk kısmen de olsa, çok çok özür olsun. Her şey bir yana da, bunun sebebi ne olabilirdi? Yani neden hiç genç gazeteci göremeyeceğiz biz? Neden her biri birbirinin kopyası olan bir gazetecinin fikirlerini böyle bıkmadan, usanmadan bize servis edecekler? Neden meslek aşkı dolu genç kalemlerin kalemlerini kıracaklar ya da dinlemeden, etmeden elinin tersi ile rencide eder bir üslup ile yaklaşacaklar? Ya da yaklaşmayı geçtik de, neden tek kelime etmeyip gönül kıracaklar? Kimsiniz? O gazeteler sizin parseliniz mi? Nedir bu ya hu? Neden artık genç beyinlerin fikir üretmesine bu kadar karşısınız? Korkuyor musunuz ya da? Nedir bu ilgisizliğiniz? Ne çok soru işareti biriktirmişiz böyle?

Bilirsiniz, milletçe severiz gıybet etmeyi. Üstüne üstlük bir de edebiyat ile içli dışlı iseniz, o an edebiyatçı insanlar ile bir arada iseniz; kulağını kızartmadığınız kalmaz. Hem o büfede aldığım gazetede tuz, biber oldu mu da tadından yenmez! Velhasıl; değiştirin ya hu şu kafalarınızı! Değiştirin artık isimleri dışında bir başka vasfı olmayan, her biri birbirinin kopyası olan köşe yazarlarını! Biz görüyoruz, siz görmüyor musunuz hala? Ayıp ya hu! Ayıp ki ne ayıp! Burnundan kıl, tüy aldırmayan birçok köşe yazarına nasıl böyle minnet edercesine kucak açıyorsunuz. Meslek aşkınızı sorgulayın. Belki bir kırıntı kadar da olsa kalmıştır. Sonra o kırıntıya eğilin. Hiç eğilmeyen o başınızı bir kez olsun eğin! Eğin ve işaret parmağınızı dil ucu ile ıslatıp, o kırıntının üzerine basın! Sonra o işaret parmağınızı ağzınıza götürün! Götürdünüz mü, güzel! Son olarak da o kırıntıyı bir tadın! Belki tadı hoşunuza gider de, içinde olduğunuz mecranın kıymetini anlarsınız. Ya da hala mı burnunuzdan kıl aldırmamaya meraklısınız? Orasını bilemem. Bilmek de istemem. Sonuç itibari ile sayın genel yayın yönetmenleri, sayın! “Sayın!” diyorum, ama lütfen yanlış üzerinize alınmayın. O genç insanları ve kalemlerinin değerini sayın! Sizin için pek bir değersiz gibi görünüyor olsa da, onları sayın! Çok da bir şey istenmiyor aslında sizden. Düşünün bir, öyle değil mi dersiniz?