"Mutluluk gidilen yolun üzerindedir, yolun sonunda değil" denmiştir.

Ateşle ışık arasında yaşayan insana başka şey gerekmez. Ateş yakacak ve insanın yolunu aydınlatacaktır. Günümüz insan paslı ve üstelik anahtarları kaybolan kilitlerle zincire vurulmuş gibidir.

Hoca Ahmet Yesevi izini takip eden erenlerimiz bu kilidi açmasını bilen ve açacak yolu bulanlardır.

Yunus kilidi açması için Hacı Bektaş’a gitti. Ancak kilidin anahtarı Tapduk Sultandaydı. 

Bizim kilimiz paslanmış, anahtarı okyanusa atılmış. 

Halbuki bilmeliyiz ki Tapduk bütün kilitleri açtı Yunus gönülleri…

Sonsuz bir susuzluk gibi esti gönlümüz binlerce yıl.

Sonsuz bir suskunluk oldu neşemiz. 

“Her bahar kırlangıçları yanında da getirir derler.” 

Kırlangıçlar iki ela kanat ve gagalarıyla çamurdan evler yapmak için gelir başka kıtalardan, mevsimlerden, iklimlerden… bütün kuşlar gibi.

Halbuki anlayabilseydik gözümüz kalkmazdı gönlümüzün değmediği gözlere…

Gönül bağımızın gülleri hangi renk açar, hangi bahardan kalmıştır esen yeller, hangi göz, hangi kaş, hangi şehlâ gülüş mavi göğün altında ebedi eğleşir bilemeyiz.

Böyle zamanlarda yola çıkmışlardan, yolculardan olmak gerekir. Yunus’la söylemek, Yunus’un aşkına ortak olmak gerekir. “Ne varlığa sevinirim/Ye yokluğa yerinirim/Aşkın ile avunurum / Bana seni gerek seni”” demek gerekir.

Asıl olan anlamak mı yaşamak mı” dedi derviş. “Yoksa yaşaya yaşaya anlamak mı daha evladır.”

Yunus’u anlamadan Türk Edebiyatını, musikisini, şiirini, Türkçe'nin gücünü, ilâhileşen Türklüğü anlamak muhaldir.

Bilirim seni yalan dünyasın/ Evliyaları alan dünyasın/Kaçan kurtulaydı kuş kurtulurdu/ Şahin kanadını kıran dünyasın/ diye ikaz eder çağlar öncesinden ötesine Yunus.

Yüzyıllar geçti, ses aradığımız yıllar geride kaldı, söz arayışına çıktık. 

Sözler içinde bir söz aramakla ömrümüzü tamamlayabilirdik. Nice zaman sonra kalem ve kâğıda yöneldik. Kitaba koştuk, her dem koşmaya devam ettik. Aramalarımız, koşuşturmalarımız, heyecan ve helecanımız ses, söz ve kalem yolunda oluşumuzdandı. Sesten söze, sözden kâğıda ve kaleme kavuşmak için hep aradık. 

Çoğu zaman sesler içinde türküler derledik. Sözler içinde hikmetler... bazen Hoca Ahmet olduk, bazen Sarı Saltuk, Hacı Bektaş, bazen Karaca Ahmet, Tapduk olduk… Yunus’la bulduk. Yunus’la coştuk, çağladık, şiir olduk, nefes olduk, çığlık olduk, avazlandık…Çalab’a yakarış olduk…

Binlerce yıl öncesinden bugüne bir derviş gibi kimsesiz bir dağ başında, kırda bayırda bir tekke, bir sığınak, bir yol aradığımız yıllara yanmalı mıydık yoksa geçen yılların bize kazandırdıklarına minnet mi duymalıydık. 

Sığındığımız bütün dilekler adına ateş sönmemeli, yürek yangınımızın yolunda yürümeye devam etmeliyiz derdi yaşasaydı Koca Yunus…

 Dolaştığımız limanların sayısını unuttuk ama binlerce yıllık geçmişten binlerce yıllık geleceğe olan inancımızın yeşerip meyve vereceği yeni gönüller, yeni limanlar arayışımız devam hep etti. 

Öyle bir liman arıyorduk ki belki de son arayışımız olacaktı... Hoca Ahmet Yesevinin gönderdiği eğsinin ateşi Yunus’u yakmıştı. O gün bu gündür yanmaya devam ediyor yüce gönlümüz. Yaradılışımızın gayesiydi, bir liman arıyorduk, vatan önemliydi, liman önemliydi, sığınılacak Yar önemliydi.

 Günler, belki haftalar, aylarımızı, yıllar ve asırlarımızı geçirecektik bu limanda. Anadolu dedik adına, Türk ülkesi oldu. Balkanlar, Urumeli, Evlad-ı Fatihan dedik, Kızılelma, Turan ülkesi oldu gönlümüzde…Türkistan oldu büyük ülkemiz. Ama yüreğimizdeki ateş hep yandı, yüreğimizdeki kor hiçbir zaman sönmedi.