Önceki yazımızın başlığı “Yunanistan’ın Makedonya Takıntısı” olduğu halde bu yazımın bir diğer takıntı, 12 mil konusunda olmasını istemezdim. Gündem oldukça yoğun olduğu halde olayların gündelik bulutlarına takılmadan uzun vadeli stratejiler kapsamındaki anlamını tahlil etmeye çalışırım. Aslında Kazakisan’ın “Türkistan” hamlesini alkışlayan bir yazıyla sevinçleri paylaşmak isterdim. Fakat mutfakta fareler cirit atıyorsa balkonda tefekküre dalamazsınız. Yunan parlamentosunun 12 mil kararı aldığını öğrendiğimde şoke oldum.

Tıpkı 18 ada konusunda olduğu gibi alıştıra alıştıra, kamuoyunu ürkütmeden, aynı zamanda kitabına uydurularak bazı adımların atıldığını görüyoruz. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik darboğaz yanında Suriye, İran ve Irak’taki sıkışmışlık, her dönemde olduğu gibi Yunanistan açısından Megali İdea’da bir milim daha ilerlemek için fırsatlara yol açmıştır. Bu süreçte ABD ve AB’nin arka kapı baskısının neler olduğunu tahmin edebiliyoruz. Bununla beraber yönetimin sıkışmışlığının kamuoyu desteği ile aşılmasına ihtiyaç vardır. Esasen demokratik, katılımcı rejimlerin dış politik konularda kamuoyu baskısı en önemli avantajıdır. Yunanistan’ın Makedonya isim takıntısı konusundaki orta yolda (Kuzey Makedonya ismi ile) karara varmasına karşın kamuoyunun buna dahi razı olmaması bundan sonraki adımlarda yönetimin elini güçlendirecektir. Bu gibi hareketlenmelerde “kamuoyu baskısı” arkasına saklanırken genellikle bu baskının arkasında “bindirilmiş kıtalar” olduğu da bilinen uygulamalardandır.

1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi, Karasularının 12 mili geçmemek üzere her ülkenin kendisinin belirleyeceği hükmünü getirir. Burada 12 mil, mutlak bir hak değil fakat şartlara, ortama, komşularla anlaşmalara göre bir üst sınırdır. Çünkü kıyı ülkesine verilen egemenlik hakkı (karasuları) her halde diğer ülkelerin aleyhinedir. Özellikle denizlerin, adaların, kıyı şeritleri ile karşılıklı kıyıdaş ülkelerin coğrafi yapısı ve mesafesine göre varılan mutabakat neticesinde bu haklar 3,4, 5 gibi 12 mil altında belirlendiğinin bir çok örnekleri vardır. Türkiye de Akdeniz ve Karadeniz’de karasularını 12 mil olarak belirlediği halde Doğu Ege’deki 6 mili değiştirmemiş, Yunanistan’ın da buna riayet etmesini istemiştir. Daha doğrusu 1936’da Yunanistan’ın karasularını 3 milden 6 mile çıkarması aşamasındaki hatasını geç farketmiş, Türkiye’nin imzalamadığı Sözleşmede belirtilen 12 mil tavanının Yunanistan tarafından kullanılmasını savaş sebebi (Casus Belli) saymıştır. Yunanistan parlamentosunda Doğu Ege adaları için de karasularının 12 mile çıkarılması taslağı alt komisyon tasarısı olarak kenarda bekletilmekte olup zaman zaman bu tasarı üst komisyona gönderilmiştir. Yarım asra yakın süredir Yunanistan’ın bu yöndeki her girişimi üzerine Türk Silahlı Kuvvetleri tayakkuza geçince Ankara’nın kararlılığını gören Yunanistan çıkışından vazgeçerek tasarıyı alt komisyona iade etmiştir.

Ortalıkta dolaşan söylentilere göre bu uyuşmazlığın bir şekilde halli yönünde mutabakata varılmış ve Yunan meclisi bu konuda karar alarak uygulamaya geçmiştir. Belirtmek gerekir ki söylentilere dayanarak endişelenmek gereksiz olabilir. Bununla beraber hiç de yabana atılmayacak beyanlar ortada dolaşıyorsa buna karşı Türkiye’nin politikası en azından Dışişleri Bakanlığı seviyesinde deklare edilmeli, 12 milin savaş sebebi olacağı tekrarlanmalıdır. Bu vesile ile 18 adadaki işgalin de kabul edilmediği, buna karşı girişimlerin başlatıldığı duyurulmalıdır.

Üç tarafı denizlerle çevrili Anadolu varken bu 12 mile takılmanın anlamını sorgulayan cahil-ukela-saf rolünü oynayanlara tersinden soralım: Çoğuna asgari kamu hizmeti götüremediği hatta satılığa çıkardığı binlerce adası ile Ege Denizi sularının yarısından çoğu Yunanistan’ın karasuları olduğu halde halen ekonomik krizle boğuşan, nüfusu gittikçe azalan komşumuz niçin kıyılarımızdan ilave altı mil için yarım asırdır her maliyeti göze almaktadır? Ve niçin Aydın’ın mahallesi durumundaki adacıklarımıza garnizon kurmakta, burada oluşturulan birliklere Cumhurbaşkanlığı seviyesinden sancak verilmekte, başpiskopos tarafından takdis edilmektedir. Bu zavallı komşumuza, Ortaçağ taassubundan, Helen şövenizminden kurtulamadığı için acıyabilirsiniz. Ancak bizim mahallelerimizin işgal edildiğini, düne kadar balık tuttuğumuz sulara girşimizin yasaklandığını, yüzmeye giden vatandaşlarımızın dahi hapsedildiğini, hatta hapiste öldüğünü unutmayalım. Yani mutfaktaki fareler sadece ekmeğimizi veya bulgurumuzu tüketmiyor, evimizin temel direklerini kemiriyor!

Ege Denizi’nin Yunan karasularından oluşan bir Helen gölü haline gelmesi, Türk donanması için açık deniz statüsünde alanın bırakılmaması konunun en can alıcı tarafıdır. Yaptığımız araştırmalarda TSK içinde bu gelişmelere karşı çıkışlar olduğunu gördük. Ancak içinde bulunduğumuz şartlarda herkes gölgesinden korkmaktadır. Bu anlamda 15 Temmuz darbe girişimini düzenleyenlerin halen kılcal damarlarda önemli kararları etkileyebildiğini, 2 sene sonra dahi kilit isimlerin yeni yakalanabilmesinden anlıyoruz. 

Konunun sivil toplum kuruluşları üzerinden yoğun ve yaygın bir şekilde gündemde tutulması, irredentist Yunan yayılmacılığına, kokuşmuş Megali İdea hayallerine karşı toplumsal dinamizmin harekete geçirilmesi son derece önemlidir. “Ver-kurtul” formülünün uluslararası ilişkilerde hiçbir zaman çözüm olmadığı, özellikle Yunanistan ile ilişkilerde her verilenden sonra yeni taleplerle karşılaştığımız bir gerçektir.

Dış politikada bağnaz, yayılmacı, saldırgan politikalar elbette tasvip edilmez. Ancak bu tür politikalarla komşu hakkına tecavüz sözkonusu ise anladığı dilden cevap vermek zorunluluktur. Barışı bozan taraf olmamak gerek, ancak barışı bozan tarafı müsamaha ile karşılamak da barışı bozmakla eş anlamlıdır. Bundan dolayı atalarımız “İster isen sulh ü salah, hazır ol harb ü cenge” demişlerdir.