Sayın Parlamenterlerimiz! 
Bu mantıksız çatışmalarınıza ne zaman dur diyecesiniz?... Mantıksız diyorum, zira, yekdiğerinizi hasım görmekten dolayı, basiretleriniz bağlanmış ve hemen her gün yekdiğerinize veryansın edip durmaktasınız?!.. 
Dış politikamız ne durumdadır? Süper ve diğer Devletlerle nasıl bir ortam içindeyiz? Türkiye’nin komşularıyla durumu ne merkezdedir; olumlu mu, olumsuz mu?... 
Son derece hayati olan bu meselelerden en ufak bir bilgimiz yoktur? Basın’a gelince. Yazılı ve görüntülü basın, ipin ucunu zaten kaçırmış hemen her konunun içine magazin sokmadan edememekte ve bu yüzden de hemen her konuyu sulandırmakta olduğundan, doğru dürüst bir haber alınamamaktadır? Magazin Basını ise: “Cinayet, kaza, vs. gibi iç karartıcı haberler sıralamaktan gayrı hemen hiçbir işe yaramamaktadır...” 
Ve biz tekrar başa dönelim: Evet Sayın Parlamenterlerimiz, daha ne kadar didişip duracaksınız? 76 milyonluk bir milletin yarınlarını güçlü ve refah içinde geçirebilmesi için Parlamentomuz el birliği ile çaba sarf edeceğine, tam aksi, yek diğerini boğazlarcasına davranışlar sergilemekte ve böylece, milletimize hayırlı yarınlar müjdeleyememektedir!... 
Ana-Muhalefet Partisi (CHP), kendisine baş hasım olarak Sayın Başbakanımızı seçmiş, Allah bilir belki uykusunda bile Sayın Tayyip’le uğraşıp durmaktadır... Bu durum muhalefette olan MHP için de aynıdır. Var mı Tayyip, yok mu Tayyip!... 
Sayın Başbakanımız ne yapmış ve hâlâ neler yapmaktadır? Bütün bunlar bir yana. Biz, doğrudan muhalefet partileri ve başkanları üzerinde duralım ve her iki parti Başkanı’na da yüksek müsaadeleriyle naçiz bir hatırlatmada bulunalım: (Şayet sizler verimli bir iktidar uygulayabilmiş olsaydınız, acaba, AK Parti iktidar yüzü görebilir miydi?...) 
Şu husus kesinlikle bilinmelidir ki; AK Parti’yi iktidara getiren sadece kendi seçmeni olmayıp, CHP ve MHP’nin iktidar olmasını istemeyen büyük bir kesimin de oyları rol oynamıştır. 
Olsun CHP ve olsun MHP “milli bütünlüğe” hitap edebilecek kapasitede siyasî kuruluşlar olmayıp; sadece birer kesime hitap edebilen ve de kendi kesimleri dışında kalanları pek umursamayan birer yapıya sahiptirler. Bu durum onlara ne kazandırmış ve de neler kaybettirmiştir?.. Ne olacak; bir kazandırmış ise, on kaybettirmiştir... Bu değerlendirmede biz daha ziyade (CHP) üzerinde duracağız ve acizane, bazı hatırlatmalarda bulunup, mezkur Parti’nin bir nebze olsun kendisine çeki düzen vermesini; Ülkemizin millî menfaatleri açısından zaruri olduğunu dikkatlerine çekmeye uygun görmekteyiz. 
Şöyle ki, (1950-1960) DP. “Demokrat Parti” iktidarının muhtelif başarıları, o yıllardaki CHP’yi hayli kıskandırmış ve DP’nin başarılarından duyduğu gururu, kısa zamanda yerini aşırı övgülere dönüşmüş “Vatan-Cephesi” vs. derken, CHP’nin eline büyük bir koz geçmiş aynen günümüzdeki gibi, veryansın etmeye başlayarak, acımasız şekilde karşı saldırıya geçmiş, “27 Mayıs 1960 Askeri Müdahale”den sonra, tam manada Diktatör olup çıkmış, tamamı enterne edilmiş olan DP. mensupları da muhtelif suçlardan yargılanmaya başlanmış ve akla gelmedik iftiralarla, topunun da siyasî hayatı son bulmuş, içlerinden üçü de “İdama mahkûm” edilerek, asılmaları suretiyle infazları gerçekleşmiştir!... 
Daha sonraki yıllarda ise, köprünün altından öyle sular akmıştı ki, Merhum Menderes adına anıt mezar yapılmış ve vatanı uğruna şehit olan bir millî kahraman mertebesine yükseltilmişti. 
Cihan tarihi hep böylesi trajedilerle doludur. Ama ne var ki, er veya geç, Hakkın adaleti tecelli etmektedir. Çünkü, en adil yargı Hz.Allah’ın adaletinden geçer ve de hiçbir güç onu durduramaz. 
Demem odur ki, Sayın Kılıçdaroğlu, Sayın Bahçeli lütfen bu kritik noktayı küçümsemeden dikkate almalıdırlar ve bilmeleri lazımdır ki, Sayın Başbakan’ın ardında da koca bir kitle vardır, dolayısıyla Başbakan’a akla gelmedik ithamlarla saldırıldığı zaman, kendilerine oy vermiş bulunan koca bir kitleyi de hiçe saymak gibi bir yanlışı işlemektedirler. 
Sayın Parlamenterlerimiz! 
Sayın Başbakanımızın yanlışları yok mudur? Tabii ki vardır ve nihayet kendileri de bizler gibi bir Ademoğludur. Ancak, hem her yaptığını da yanlış kabullenmek; fikri spekülâsyondan ileri gitmez. Yânî, sonu cıvık çıkar.... 
Tabii ki, Başbakan da, temsil ettiği Hükûmet de hemen her yönü ile tenkit edilebilmelidir ve bu görev Muhalefet Partilerinindir. Ancak, tenkitlerin şahıs üzerinde yoğunlaştırılması ve pek çirkin ithamlarla veryansın edilmesi, hemen hiç kimsenin hakkı değildir. 
Daha evvelki makalelerimde de yazmıştım ve tekrarında fayda görmekteyim: Bendeniz hemen hiçbir siyasî partiye mensup değilim ve zaten olmaya da hevesli değilim. Benim endişem; aziz milletimizin kutuplara bölünerek yek diğerine hasım da değil, düşman durumuna gelme tehlikesidir!... 
Sakın böyle şey olmaz, bizim milletimizi şuurludur, mantıklıdır gibi laf ebeliğine gidilmesin. Sadece futbol seyircilerimizin kanlı, bıçaklı şekle dönüşen tezahürleri dikkate alınsa, benim hiç de boşa endişe duymadığım açıklıkla görülebilir!.. 
İster inanılsın, ister inanılmasın! Türkiye bir şekilde bir iç çatışmaya doğru sürüklenmektedir. Hele son günlerdeki sokak ayaklanmaları, talebe hareketleri bu iddiamızın en açık delilleridir. Böylesi menfi olayların arkasında dış güçler olması tabiidir. Lâkin, bizim Parlamenterlerimiz ne acıdır ki, bu büyük tehlikeyi göremeyecek derecede basiretsizleşmiştir. TBMM kapusuna kadar dayanan protesto gösterileri ve polisle çatışmayı göze alan göstericiler, acaba bizlere nasıl bir örnek sunmaktadır?... 
Parlamentomuzda takriben bütün görüşmeler “yumruklaşmanın” hengamesi içinde, geçip gitmektedir... Yüksek tahsil gençliği ise 1970-1980’lere geri dönmek üzeredir... İşçi kesimi de aynı, halk ise Adliye’de dahi cinayete teşebbüs etmekte, hemen her gün cinayet üstüne cinayet işlenmekte, otomobil ve otobüs kazaları ise her geçen gün biraz olsun azalacağına, tam aksi çoğalmaktadır... Uyuşturucu kullanımı (İlk-Okul V. Sınıftan itibaren) körpecik evlâtlarımızı zehirlemektedir... 
Evet! Günümüzdeki Türkiye’nin hâl-i keyfiyeti budur, beğenen beri gelsin! Bir ülke tasavvur edin ki, asırlarca Cihana hükmettikten sonra, zaman içinde harcanarak, günümüzdeki hazin duruma düşmüş olsun!.. 
İşte o ülke günümüzdeki Türkiye’dir! Ve bu durumu çoğumuz bildiği hâlde, rant kavgasından çevremizi göremez duruma gelmişiz... 
Türkiye’nin yarınlarda güçlü şekilde var olabilmesi; günümüzdeki gençlerin kültür seviyesi yüksek saatli ve gürbüz yetişmeleri lâzımdır. Ancak o zaman gönlümüz rahat huzur içinde yaşantımızı sürdürebiliriz. 
Vahşice cinayet işleyen ruh hastalarına “maganda” adını yakıştırarak, sözde kendimizi o ekolün dışında görmeye çalışmaktayız... Açık söylüyorum: Maganda dediklerimiz hangi halkın içinden çıkmaktadır, bizden değil mi?... 
Evet; “dış-güdümlü” bir aydınlar zümresi, canım ülkemizi nerelere sürüklüyor... Ve de şimdi soruyorum: “TÜRKİYE NEREYE KOŞUYOR?...”
MAKTUL ŞEHZADE MUSTAFA’NIN TRAJEDİSİ VE TV DİZİSİNDE BİZLERE AKTARILAN!..
Bazı tarihçilerin “MUHTEŞEM SÜLEYMAN” olarak kayda geçtikleri ve bizde ise “EVLÂD KÂTİLİ BABA” olarak, tam tersi bir görüşle değerlendirilen büyük Cihangir Kanuni Sultan I. Süleyman Han, nihayet halkımızın gözünde bir evlât katili seviyesine düşürüldü. İster isteyerek, ister istemeyerek, nasıl yorumlanırsa yorumlansın. Günümüz Türkiye’si halkının kahir ekseriyeti bundan böyle o muhteşem şahsiyete “evlât katili” gözü ile bakacak ve ona göre değerlendirecektir!... 
Nitekim, “Hasan Köz” adında bir vatandaşımız, mezkûr dizinin tesiri altında kalarak, “evlât katili Kanuni’nin Padişahlığı’nın elinden alınması, maktul Şehzade Mustafa’nın itibarının iade edilmesini” talep ederek, Cumhuriyet Savcılığına müracaat etmiş ve ayrıca aynı dilekçesinde: “Hürrem Sultan ile Rüstem Paşa hakkında da halkı kin ve nefrete sürüklemekten” dolayı suçlamış. 
Evet! Mevzubahis şahıs (47) yaşında bir vatandaşımız ve mezkûr diziyi seyredene kadar bu trajik vak’adan bihaber yaşamış. Dahası, bu bölümü seyreden halkımız, maktul Şehzade’nin Bursa’daki kabrini ziyarete koyulmuş ki, katledilişi üzerinden dört buçuk asır geçtikten sonra halkımızın bir TV-DİZİ’si dolayısıyla mezkûr vak’adan haberdar olması, aslında en az mezkûr vak’a kadar önemli ve düşündürücüdür!.. 
Zira, okumaya düşkün olmayan ve bu sebeple kendi öz tarihini bile kulak dolması ve de kimi doğruya yakın, kimi tamamen yanlış sözde bilgilerin kurbanı halkımızın hemen her nevi provokasyona açık, her nevi entrikaya müsait ve muhtelif kumpaslara gele, gele asıl benliğinden kısmen de olsa uzaklaşma eğilimi gösteren bir toplum hâline gelmiş durumdadır!... 
Muhteşem Yüzyıl dizisi belki yanılıyorum ama, başından beridir ki, Sultan I. Süleyman Hân’ı haremden çıkmaz, sadece uçkur düşkünü bir Osmanlı Sultanı olarak dikkatlere çekmeye çalışmış; O’nun gaza meydanlarının parmak ısırtan bir Cengâver Padişah olduğunu çoğu zaman ön plâna çıkartmamakla, adeta bir Harem Ağası imiş gibi yorumlara yer vermekteydi!... 
Nitekim, bu durum basınımızda hayli tenkit yazılarına sebep teşkil etmişti. Ama, mezkûr dizi hiç mi hiç yolundan şaşmadı ve de nihayet günümüzdeki eksantrik bölüme gelebildi!..  Eh bundan sonrası için daha eksantrik karelere yer verildiği zaman, halkımız daha da şaşkına dönecek ve belki de bazı vatandaşlar: aynen Hasan Köz Bey gibi Cumhuriyet Savcılığına müracaatta bulunacaktır. Böyle bir durum zuhur ederse hiç şaşmamalı. Zira, dizinin akış şekli, böyle bir duruma yatkın görülmektedir. 
Vak’anın baş tertipçisi, Kanuni Sultan I. Süleyman Hân’ın derin bir aşkla bağlandığı nikâhlı zevcelerinden Hürrem Sultan olmuştur. Osmanlı Sarayına esir pazarından alınan bir cariye olarak giren ve zamanla Padişah’ı derin bir aşkla kendisine bağlayabilen bir şuh kadın. Rusya ovalarında yaşayan Islav ırkının Roksolan Boyundandı. Batılı müverrihleri onu kabilesinin adı ile anar ve “Roksolan Sultan” kaydını geçerler. 
İstanbul Sarayı’nın baş kadını Valide Hafsa Sultan’dı. Valideden sonra gelen ikinci kadın efendi, Saray ananesince, Padişah’a ilk Şehzadesi Sultan Mustafa’yı doğuran Mâhidevran Sultan’dı. Padişah’ın gönül tahtında oturduğu ve Mehmed, Selim, Bayazid ve Cihangir adlarında dört oğlan ve Mihrimâh adında bir kız evlâd verdiği hâlde, hayli zaman geri plânda kaldı. Ancak, tahtın varisi konumundaki Şehzade Mustafa’nın değil, kendi oğlu Şehzade Mehmed’in tahta geçmesini şiddetle arzulamaktaydı ve böylece Şehzade Mustafa aleyhinde kendine has metotlarla entrikalar çevirmeye başladı... 
İlk, Vezir-i âzam İbrahim Paşa’nın ortadan kaldırılmasını sağladı, mevzubahis Vezir, Şehzade Mustafa’nın Babasından sonra Osmanlı tahtına geçmesini gönülden isteyen bir Paşa idi. Aleyhindeki cereyanları daha da körükleyerek, ortadan kalkmasını sağladı. Diğer taraftan, damad Rüstem Paşa da boş durmamış: “Şehzade Mustafa’nın Yeniçeriler nezdinde itibarı olduğu, İran Şahı ile muhaberede bulunduğuna dair, taklit imzalarla mektuplar meydana getirtiyordu. Bu esnada, Sultan I. Süleyman, Doğu Vilayetlere taarruz eden, Şah Tahmasb’a karşı Vezir-i âzam Rüstem Paşa’yı gönderdi. 
Rüstem Paşa hareketten sonra Aksaray civarına gelince; “Yeni-Çerilerin Şehzade Mustafa’ya temayülleri olduğu, ihtiyarlığı sebebiyle sefere çıkamayan Pâdişah’ı hal ile Mustafa’yı Pâdişah ilan etmek istedikleri” şayiasının yayılmakta olduğunu bildirmek üzere Sipahiler Ağası Kızıl Ahmedli’lerden, Şemsi Ahmed Paşa ile Çavuşbaşıyı İstanbul’a yolladı. Bu meyanda, Mustafa’nın İran Şahı ile muhaberesine dair sahte imzalı, uydurma mektuplar tertip ettiriyordu. 
Bundan sonrası zaten dizide canlandırılmıştı, tekrarına lüzum görmemekteyim. Bigünah Şehzade Mustafa’yı yedi dilsiz cellat öldürememiş ve boğuşma esnasında Saray hademelerinden Zal Mahmud Ağa, arkadan yetişip bigünah Şehzade’yi altına alıp boğmuştu: (1553). 
Talihsiz Şehzade’nin boğulduğunu duyan Yeni-Çeriler, buna sebep olanların cezalandırılmasını isteyerek ayak diretmişlerdir. 
Daha sonraki yıllarda neler olmuştur? Rüstem Paşa Vezir-i âzamlıktan azlolunup, yerine İkinci Vezir Kara Ahmed Paşa tâyin edilmiş ve zaman içinde her suçlu bir şekilde cezasını çekmiş ve maktul Şehzade Mustafa’nın ahı tutmuş, koca İmparatorluk bir daha ihya olamamıştır!.. 
Saygıdeğer okuyucularım! 
Hiçbir hadiseyi, günümüz anlayışına uygun şekilde yorumlamayın. Her devrin kendine has özellikleri, inançları ve kanunları vardır. Dolayısıyla, dünlerdeki olayları, günümüz ölçülerine göre yorumlamak, yanlışların en büyüğü olur. Selâm ve sevgilerle, yeni bir makalemde buluşabilmek ümidi ile cümlenize mutluluklar diliyorum efendim. Saygılarımla.