Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu Devletlerimizin tarihlerinde mütehassıs, tarihçiler, 1071’den önce de hatta 9. ve 10. Asırlardan itibaren Türk Kavimlerinin mesela, Avşar Türklerinin, Erzurum, Sivas, Kayseri ve Konya hattından Batı Anadolu’ya akın akın geldiklerini yazarlar. 26 Ağustos 1071 Malazgird Zaferimiz Anadolu’nun kapılarının arkasına kadar, bir daha kapanmamak üzere, Müslüman Türk Milletine açıldığı zafer ve açıldığı tarihtir. Aradan 105 sene geçtikten sonra 17 Eylül 1175 tarihindeki Miryokefelon Zaferimiz de, Anadolu’nun kapılarının bir daha açılmamak üzere Hristiyan Kavimlerine, haçlı ordularına kapandığı tarihtir. Miryokefelon Zaferimizin üzerinden henüz 24 yıl geçmişken buraları vatan edinen Hristiyan Kavimler buralardan süpürülmüş, Avşar Türkleri ve diğer Türk kavimleri buraları yurt edinmeye başlamışlardı. Miladî 1200 yılında Anadolu Selçuklu Devletimizin başına geçen Sultan 1. Alâeddin Keykübat, Beyşehir’i, Beyşehir Gölü’nü, gölü çevreleyen Anamas Dağını ve diğer dağ ve tepeleri Beyşehir Gölü üzerinden gün batımını görünce buraya hayran olmuş ”Cennet ya burasıdır, ya da buranın altındadır” tarzında hayranlığını ifade etmişti. Anadolu Selçuklu Devletimizin kadim  baş şehri elbetteki Konya idi. Fakat 1.Alâeddin-i Keykûbat Beyşehir’i,  Anadolu Selçuklu Devleti’nin yazlık  baş şehri haline getirmeyi düşünmüş, veziri Sadeddin Köpek’e, buraya Anamas Dağının eteklerine, gölün sıfır noktasına bir saray yapılması talimatını vermişti. 1.Alâeddin-i Keykûbat milâdî 1200-1237 yılları arasında hüküm sürmüştü. 37 yıllık saltanat mürretinde, Alaiye’nin Fethi, Kubadabâd Sarayı’nın inşası, Beyşehir’in Anadolu Selçuklu Devleti’nin baş şehri haline getirilmesi, devletinin hükümranlık sahasını doğudan, Afyon ve Kütahya’ya, batıda Denizli,Burdur ve Uşak’a ulaştırması devrine göre çok büyük fetihler ve zaferler sığdırmıştı. 

Sultan 1.Alâeddin-i Keykûbat, Anadolu Selçuklu Devletimizin hududlarını doğudan ve batıdan, emniyet altına aldıktan sonra Güney’e yüklendi. Zira burada kendi dininden inancıdan olan kavimlere bile zulmü ile bilinen ve asla ulaşılamaz, feth olunamaz kabul edilen “Alaiye” kal’asında kadim Hristiyan Sülalelerinden Kyr Vart vardı. Bunun da ber taraf edilmesi gerekiyordu. Rivayetler muhtelif, 1.Alâeddin-i Keykûbat, üstün zekası ve muhakeme gücüyle hazırladığı bir senaryo ile hiç zayiat vermeden, tek bir ok atmadan, asla kıyamete kadar ulaşılamaz, feth olunamaz denilen kal’ayı teslim aldı. Alâiye’yi bilenler bilir, Alâiye Kal’ası şimdi yarımada haline dönüşmüştür. Halbuki o tarihlerde, tam ada halindeydi. Bu bakımdan o günün harp silah ve edevatı ile bu kal’anın fethi düşürülmesi imkansızdı. Günümüz gelişmiş silah ve harp edevatıyla bile neredeyse imkansızdır, ancak havadan yapılacak bir bombalama ile ancak fethedilebilir, teslim alınabilir. Süveyş Kanalı açıldıktan sonra Akdenizin sularından büyük bir kitle Kızıl Deniz’in kuzeyindeki suların çekilmesiyle tam ada yarım ada haline gelmiştir. Bu arada Denizdibi Mağarası, Damlataş Mağarası ortaya çıkmış, astım hastalığına iyi geldiği rivayet edilen bu mağara günümüzde ziyaretçi akınana uğramaktadır. Alâiye 1221 tarihinde 1.Alâeddin-i Keykûbat tarafından fethedildiğinden itibaren fatihinin ismine izafeten “Alâiye” ismini almıştı. Anadolu Selçûkî’de “Alâiye” Osmanlı Devleti Aliyyemizde “Alâiye” cumhuriyetimizin ilk yıllarında yine “Alâiye” 13.Asrın başlarından itibaren bu toprakları tevattun eden, ebed müddet vatanları haline getiren Avşar Türk’leri ve diğer Türk Kavimleri, göçebe kavimlerdi. Kışları Alâiye, Manavgat, Serik, Side, Kürüş gibi sahillerde geçirir, ilkbahar aylarından itibaren de, Seydişehir, Bozkır, Hadim, Beyşehir, Derebucak civarlarında ise, Orta Gölcük, Alıç, Kozlu, Tazı, Koraş, Uzunkuyu, Göynükbeli ve Domuzçukuru yaylarında geçirirlerdi. Devrin bu toprakların hakimi Sultan 1.Alâeddin-i Keykûbat Akdenizden gelebilecek tecavüz ve taarruzlara karşı Alâiye’de liman, tersane ve deniz seviyesinden 33 metre yükseklikte sekizgen, Ortaçağ Selçuklu Mimarî’sinin emsalsiz bir örneğini teşkil eden “Kızılkule’yi” milâdî 1226 yılında inşa ettirmiştir.

Devrin Riyâseticumhur Genel Sekreterinin yaver ve uşaklarının, yazdıkları ve anlattıklarına bakılırsa, Gazi Mustafa Kemel Paşa’nın en sevdiği iki şeyden birisi rakı, diğeri beyaz leblebi. Hemen hemen her gece Çankaya Köşkünde rakı sofraları kurulur, devletin, ordunun bütün işleri burada görüşülür, karara bağlanırdı. Asıl karar mercii burasıydı.Rakı ve beyaz leblebiye düşkünlük maalesef çok genç sayılacak bir yaşta siroz hastalığına yakalanmasına sebep olmuştu. Hastalık her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor, dayanılmaz acılara sancılara sebebiyet veriyordu. Kendisi “Beni Türk Hekimlerine emanet ediniz” demişti ama bu hastalığın uzmanları olan en meşhur Türk Hekimlerinin yanında tabîbân-ı cihan da davet edilmiş olmalarına rağmen tedavisi mümkün olmamış, illet daha da ilerlemişti. Etrafındaki devlet ricali siroz hastalığının daha da ilerideki safhalarını en azından sükunet içinde geçirmesi için, devletin kendisine bir oyuncak almasına karar verdiler.

Cad Walleder adında Amerikalı bir dolar milyarderi kendisi için 136 metre uzunluğunda, 16 metre genişliğinde, 18 deniz mili hızla gidebilen, devrine göre dünyanın en büyük ve en lüks yatını yaptırmıştı. Yatın maliyetinin bir kaç misli vergi talep edildiği için, bu yatı memleketi ABD’ye sokamadığı için satılığa çıkarmıştı. Türk Devleti işte bu yatı 23 Şubat 1938 tarihinde, memuruna maaş ödeyemez, döviz kıtlığı dolayısıyla zarurî ihtiyaç maddelerini, ilaç ham maddesini bile ithal edemezken, bir milyon iki yüz bin dolar ödeyerek satın almıştır. Günümüz değerleriyle yaklaşık on milyon TL eder. 

Gazi Mustafa Kemal Paşa, bu çok pahalı oyuncak ile, Karadeniz, Akdeniz ve Ege’nin  koylarında, sahillerinde dolaştırıldı. Akdeniz’in incisi, Antalya Alâiye sahillerinden geçerken bir anda Alâiye Kal’ası, Kızılkule, liman ve tersaneden müteşekkil müthiş terkibi görünce “Burası neresidir? diye sorunca, maiyetindekieler “Alâiye” Efendim derler. ”Alâiye” ne demek diye sorar, maiyetindekiler “Efendim, bu belde, Anadolu Selçuklu Sultanı 1.Alâeddin-i Keykûbat tarafından fethedildiği için, onun ismine izafeten ”Alâiye” adı verilmiştir. Ecdada adavet mi, güneş dil teorisine uymadığı için mi, Arapça bir izafet olduğu için mi bilinmez? Ama kaşlarını çatmış, bundan sonra burasının adı ”Alanya’dır demiş. Böylece hiç bir ilmî, tarihî ve coğrafik sebebi ve gerekçesi olmadan “Alâiye” 717 yıl sonra, belki de o anda ayık olmayan birisinin iki dudağının arasından çıkan bir kelime ile “Alanya” oluvermiştir.

Bir başka benzeri, malûm dillere destan meşhur Beyez Tren ile Doğıu Seyahatine çıkar. Seyahatin Bingöl, Elazığ ve Malatya bölümünde maiyetindekiler ”Efendim, burası,Mamûretü’l-Aziz‘dir derler. Burada kadim şehir aslında daha yukarılardaki “Harput”’dur. Harput genişlemeye, gelişmeye müsaid olmadığı için, Sultan Abdülaziz zamanında, sultanın fermanı ile şehir, daha aşağılardaki genişlemeye, gelişmeye elverişli olan ovaya kaydırılmıştır. Sultan Abdülaziz zamanında ve onun fermanı ile imar edilen yeni şehrede “Ma’mûretü’l-Aziz” adı verilmiştir, dediler. Kaşlarını çattı, “Hayır!”  bundan sonra burasının adı ”Elazık”dır, bundan böyle de öyle kalacaktır. Yine Ecdad düşmanlığı, Arapça Farsça terkip ve izafetlere tahammülsüzlük... Daha sonraki yıllarda dilciler ”Elazık” kelime yapısının dil kurallarına uymadığı gerekçesiyle yumuşattılar ”Elazığ” dediler, sicillere, kütüklere insanların hüviyetlerine, edebî, tarihî, kültürel ve coğrafik hiç bir şey fade etmeyen, her hangi bir mana taşımayan bir kelime.

Anadolu Selçuklu Devletimizin tarihi, kültürü ve coğrafyası üzerinde bir ufuk turu attık. Anadolu Selçuklu Devleti’nin ve 1.Alâeddin-i Keykûbat’ın yazlık baş şehri haline getirdiği, Beyşehir’in, Nuh Tufanından beridir, değerleriyle, Antik Çağ’dan kalma değerleri, dünü, bugünü ve yarını hakkında da bir ufuk turu yapacağız...