PAPA’NIN IRAK ZİYARETİ!.. (3)

R.Arnaldez “Ehl-i sünnet bir Müslüman’a diyaloğu kabul ettirmenin pratikte imkânsız olduğunu, bu inancın ( ehl-i Sünnet Akidesinin) tahrip edilmesi gerektiğini söyledikten sonra İslâmî esasları nakil ile değil, akıl ile anlamayı bir metod haline dönüştürmüş. Vehhâbî, Selefî anlayışının temsilcisi olan            “Abduh Ekolünün” hakim kılınması halinde dinlerarası diyaloğun oldukça kolaylaşacağını ifade etmektedir. (R.Arnaldez, Contidions dun avee İslâm)”

Bu tespit ve analiz pek isabetli bir tahlildir. Müslümanlar İslâm ülkeleri, ehl-i sünnet akidesine, “Mâene Aleyhi ve Ashabî” (Benim ve ashabımın üzerinde yürüdüğü, sırat-ı müstekîm) diye bizzat sevgili Peygamberimizin tarif ettiği, ehl-i sünnet akidesine sıkı sıkıya bağlı olduklarında, sadık kaldıklarında İngilizlerin hile ve desiselerini, derin Amerika, Evanjelistlerin, Dünya Kiliseler Birliğinin, Papa’nın, Protestan Hristiyan Dünyasının, Fener Rum Patriğinin, top yekün haçlı seferlerine, misyonerlik faaliyetlerine, dinler arası diyalog fitne ve fesadına karşı koyabilmişler, cepheden yapılan bütün taarruzları püskürtmüşler, şiddetli rüzgarların granit kayalarından her hangi bir şey alamadığı gibi Müslümanlardan, İslâm Devletlerinden hiç bir şey koparamamışlardır.

19.Asrın ortalarında dünyada, yeryüzünde ırk, din, cinsiyet farkı gözetmeksizin hak ve adalet üzere  idare eden, başkalarının zulmünden kaçıp kavim ve kabilelerin sığınağı üç kıtada fethedilen topraklarda zeamet sistemiyle bir Osmanlı altını vergi alırken en az dört Osmanlı altını yatırım yapan, bütün tebaasına şefkat ve merhametle davranan, üç kıta yedi iklimde hüküm süren bir cihan devleti, Devlet-i Âliyye-i Osmaniye.

Diğer tarafta, Hristiyanlık  ve sarı ahmer ırkçılık taassubuyla zulüm üzerine inşa ettiği emperyal, işgal ettiği topraklar üzerinde yaşayan halklara ikinci sınıf insan muamelesi yapan, zengin kaynaklarını sömürerek bu kaynakların asıl sahiplerini sefil, rezil eden “üzerinde güneşin hiç batmadığı, emperyalist bir dünya devleti.

Osmanlı Döneminin ehemmiyetli paşalarından Keçecizâde Fuat Paşa, Sultan Abdülaziz Han’ın Londra ziyeretinde maiyetinde refakat edenlerden birisiydi. Sarayda, saraya yakın lordlardan birisi, Fuad Paşa’ya “Paşa hazretleri! şu an dünyanın en büyük, en kudretli devlettir? diye sormuş, Fuad Paşa        ”Lord Hazretleri! hiç şüpheniz olmasın, bugün için dünyanın en büyük ve en kudretli devleti bizim devletimiz, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyedir. Zira, siz hariçten, biz dahilden yıkmak için var gücümüzle çalışıyoruz, hala yıkılmadığına göre demek ki bizim devletimiz dünyanın en büyük ve en kudretli devletidir.

Hariçten emperyalistlerin, dahilden hainlerin uzun bir müddet yıkamadıkları, Devlet-i Aliyyemizi 19.Asrın üçüncü çeyreğinde, Selanik’de, Yahudî, Ermeni, Rum ve gayr-i millî unsurlar tarafından kurulan İttihad ve Terakkî’nin başını çektiği vatan hainleri ve onların peşinden giden gaflet ve dalalet içerisindeki unsurların tahrik ve gayretleriyle, devrinin en zekî, en akıllı ve en müdebbir hükümdarı Sultan 2.Abdülhamid-i Han’ın şahsında adavette birleştiler. Bir kısmı da devrin ulemasından olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Said-i Kürdi gibiler, Sultan 2.Abdülhamid-i Han’ın tahtdan indirilmesiyle her şeyin düzeleceği gafletine düştüler, asıl meselenin Sultan 2.Abdülhamid’in tahtdan indirilmesi değil de Devlet-i Aliyye’mizin inkirazı olduğunu fark edemediler. Heyhât! Ki Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri tahtdan indirildikten sonra kukla padişah ve İttihad ve Terakki elindeki devlet, önce Balkanlardaki topraklarını sonra bütün Kuzey Afrika’daki topraklarını kaybetti. Nihayet 20. Asrın ilk çeyreğinde de, Ortadoğu, Afrika’nın diğer bölümündeki ve Hicaz’ı kaybetti. Sekiz milyon kilometre kareden, yedi yüz seksen bin kilometre kare Anadolu’ya büzüşüp kaldık. 20.asrın ilk çeyreğinde, Osmanlı’dan koparılan Ortadoğu ve Hicaz topraklarında emperyalist, sömürgeci batı devletleri tarafından, hududları masa başında cetvel ile çizilmiş devletler kurduruldu. Osmanlı Devlet-i Aliyye’mize ihanet eden, sırtından hançerleyen Şerif Hüseyin’in oğullarına rüşvet, ulufe olarak krallıklar verildi. Her bir oğlu Mısır’a, Ürdün’e, Irak’a ve Suriye’ye kral tayin edildi.

Mısır, Devlet-i Aliyye’mize en sadık, zeamet sistemiyle en fazla vergi gönderen zengin bir eyaletiydi. Mısır’a valî olarak rical-idDevletin en mümtaz isimleri gönderilirdi. Emperyalist devletlerin baskısıyla dahildeki mason Osmanlı Paşalarının gayretiyle 1839 yılında pây-i taht İstanbul’da Tanzimat Fermanı okundu ve Tanzimat ilân edildi. Aynı yıl Mısır’da dünyaca meşhur, İslâm Üniversitesi “Câmia’tü’l- Ezher” masonlar tarafından ele geçirildi. Kahire’de, İskenderiye’de mason locaları kuruldu. Ezher Şeyhi Muhammed Abduh ve arkadaşı Cemaleddin Afgeanî bu locaların kurucusu ve idarecisiydiler. Ezher Şeyhi (rektörü) Muhammed Abduh ile başlayan ve ondan sonra gelen bütün Ezher şeyhleri hep masondur. 1867’den itibaren Mısır Valileri Hidiv ünvanı aldılar, Kavalalı Ailesinden gelen Mısır Valileri, Hidiv ünvanı almanın yanısıra Mısır’ı Osmanlı Devlet-i Aliyyesinden de kopardılar. Bu manada Mısır, diğer devlet ve devletçiklerden çok daha önce Devlet-i Aliyye’mizden zaten kopmuştu.

Mısır Uleması ve Mısır Halkı Asr-ı Saâdet’de, Abdullah İbn-i Amr İbnü’l- As radiya’llahu anh efendimizin vali olarak gönderilmesinden beridir “Mâ Ene aleyhi ve Ashabî” (Cehennemden kurtulacak fırka” Fırka-i Nâciye” hangi fırkadır diye sorulduğunda, benim ve ashabımın yolundan yürüyen fırkadır” buyurmuştu. Peygamberimizin ve ashabının yolunda olanlar, ehl-i sünnet, itikatda Mâtürîdi ve Eşa’rî, amelde Hahefiyye, Şâfi’iyye, Mâlikiyye ve Hambeliyye olmak üzere dört hak mezhebidir.

Mısır Câmiatü’l- Ezher uleması, müderrisleri ve talebesi masonlar buraya hulul etmeden önce Mâtürîdî- Eşa’rî ve Hanefî idiler. Ne zaman ki Şeyh Muhammed Abduh ve Cemaleddin-i Afgânî mason oldular, masonluk localarını kurdular, Ezher uleması-müderrisler ve talebe, öncelikle hak mezhepleri hafife aldılar. Bendenizin bir terim olarak Türk Matbuatına kazandırdığım ”Ellâ Mezhebiyye Mezhebi”   (mezhepsizlik mezhebini) benimsediler. Talebeye, İmam-ı A’zamlar, Ebû   Yusuf, İmam-ı Muhammedler, Şâfîler, Hanbelîler, İmam-ı Mâlikler içtihad yapıyorlar da siz niye onları taklit edesiniz? Sizler de içtihad yapabilir, her biriniz birer müçtehid olabilirsiniz” dediler. Bu tarihten sonra Ezher ulema müderrislerine ve talebesine “Müceddidîler” denilmeye başlandı. Ancak bunların tecdidi, tasavvufî manadaki bid’atleri imha, sünnetleri ihya demek olan tecdid değil, tecdid ile birlikte kullandıkları ıslahat, reform, müceddid ile birlikte kullandıkları “Muslıh” reformist, reformcudur. Merhum, Mehmed Akif Bey’in: Doğrudan doğruya Kur’ân’dan almalıyız ilhamı asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı” şiirinde terennüm ettiği işte bu reformdur, ıslahattır.

Dünyanın dört bir tarafındaki İslam ülkelerinden veya azınlığı İslâm dinine mensup diğer ülkelerden buraya Ezher’e alet, ilimleri sarf-nahiv, âlâ ilimler fıkıh, Usûl-ü Fıkıh Kelâm, Tefsir, hadis, Usûl-ü hadis, tahsil için gelenler memleketlerine birer islâm alimi olarak değil birer müceddid, muslyıh, reformist, reformcu olarak döndüler. 1940’lı, 1950’li yıllarda, mayın tarlalarından geçerek kaçak olarak Suriye’ye geçen, bir müddet sonra da Mısır’a geçenlerden bazılarını şahsen tanıma fırsatı bulmuştum. Bunlardan birisi bir müddet 1957-27 Mayıs 1960 arasında Demokrat Partiden Konya Milletvekilliği de yapan, daha sonraki yıllarda, İstanbul Şişli Camii imam hatipliğini yapan merhum Mustafa Runyun  Hoca idi... Kendisi ”Hristiyanlıkta, Protestanlar nasıl reform yaptı iseler biz de İslâm Dininde reform yapalım” diyen azgın ıslahatçılardan değilse de ”Belediye Memurları tarafından kıyılan nikahlar kafidir, ayrıca dinî nikaha ihtiyaç yoktur.” diyen hafif yollu reformistlerdendi. Merhum Konyalı, Mustafa Doğanbey, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretlerini ziyarethanede ziyareti sırasında bir şeyler söylemek istediğini hisseden efendi hazretleri ”Söyle bakalım Musta Bey! Yine seninkisi (Mustafa Ruyun’u kastediyor) neler yumurtladı; “Efendim, Belediye Memurları tarafından kıyılan nikahlar kafidir, ayrıca dini bir akde ihtiyaç yoktur” diyor. Efendi Hazretleri şu balyoz gibi tarihî cevabı veriyor:    “Musta Bey! ( lütfen tashih yapmayınız. Kadim İstanbulluların hitap şeklidir.) Sucu Ahmed Efendi’nin eşeği de belediyenin defterlerinde kayıtlıdır. Öyle belediye defterine kaydetmekle nikah olmaz. Esasen, Medenî Kanunla sözde medenî nikahın getirilmesi aslında nikahsız birliktelikleri ve zinayı teşvik içindir. Nikahsız birliktelikler, gayr-i meşrû zina mahsulü çocuklar. Bereket, Aziz Milletimiz bu tuzağa düşmemiş, belediye nikahı yaptıran”İzinnâme alan, her yüz çiften doksan beşi mutlaka meşrû dinî nikahlarını yaptırmışlardır. Filhakika son yıllarda mevzuatta yapılan tadiller ile müftülere ve onların vazifelendireceği vaiz, imam, müezzin kayyım gibi din hizmetlilerine de nikah kıyma salahiyeti verilmiştir. Öyle olmasa da Aziz Milletimizin nikah mevzuundaki hassasiyeti devam etmektedir...