AZÎZ OSMAN ERTÜRK KARDEŞİMİZ!...
15 Temmuz İsti’lâ, İşgal, Bölme ve Parçalama harekâtından sonra, artık, “Biz, zamanla yazmıştık, bu Deccâl’in ne kadar mel’un, ne kadar hâin birisi olduğunu ortaya koymuştuk”, deme’nin pek fazla bir Kıymet-i Harbiyyesi kalmamıştır. En Salâhiyetli Ağız, “Aldanmışız, Allah bizi afv etsin! Milletimiz bizi afv etsin!” dedi. “El-Aczü an derki’l-İdrâk-i İdrâkün,” (İdrâk’te, (anlamakta) aciz kaldık, zamanında anlayamadık,” demek, bizâtihî idrâk’tir. Hata’dan dönmek, geçmişte hata ettiklerini ikrar etmek, fazilettir.
Tehlike bütün vehâmetiyle devam etmekle birlikte, en azından, Âhirzamanın en şerli Deccâli, F.T.Ö., suretiyle, sîretiyle bütün veçhesiyle anlaşılmış, İslâm’ın, İslâm Âlemi’nin, Azîz Milletimizin en büyük düşmanı olduğu meydana çıkmıştır. Kısa zamanda mümkün olmasa bile, zamana vâbeste olsa da, er-geç, bütün te’sirleri, bütün hempaları, Devletimizin bütün kurum ve kuruluşlarından, siyâsî ve iktisâdî hayatımızdan sökülüp atılacak izleri bile kazınacaktır.
Ben, kendilerine F.T.Ö. bülbülleri diyorum. Uzun yıllar, F.T.Ö. ile birlikte olmuş, onunla birlikte, Muazzez Vatanımızın Mukaddes Topraklarında Hıristiyanlık propagandası yapmış, Musevî Müslüman, İsevî Müslüman yetiştirmek için okullar açmış, açılmış okulları ele geçirmiş, Türkiye’deki bütün İlâhiyat Fakülte’lerine el atmış, kısaca, F.T.Ö.’nün bütün cinayetlerinin, ihanetlerinin tam olarak ortağı olan kimi zevât, kanal kanal, dolaşarak, bu mel’unun ne kadar şerîr birisi olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Bu bülbüllerin ortak yanı, F.T.Ö. ile beraber geçirdikleri uzun yıllar içinde F.T.Ö. ve kendileri ma’sumdular. Fakat, bunlar ayrıldıktan sonra, F.T.Ö. dünyanın en şerîr insanı haline geldi, bunlar ise hâlâ ma’sûm.
Ta’kip edebildiğim kadarıyla kendi aralarında da söylediklerinde, aynı konularda bile derîn bir tezada düştüklerini görüyorum. İçlerinden birisi, bir taraftan F.T.Ö.’nün dinî sapıklığını ve dalâletini anlatırken, kendisi de aynı dinî sapıklığa ve dalâlete düşmüştür. Said Kürdî’nin, risâle’lerinde, “F.T.Ö.’nün âhirzaman Deccâli olduğunu, onun ve ona tâbi olanların hallerini haber vermiştir,” diyor. Bir taraftan F.T.Ö.’yü dinî sapkınlık, dalâlet ve küfürle itham ederken, F.T.Ö.’nün referans aldığı, konuşmalarında sık sık, Hazret-i Pîr, diye bahsettiği, en az, F.T.Ö. kadar dînî sapık, ehl-i Dalâlet, Dâl ve Mudîl, Said Kürdî’yi aklama, yıkama-yağlama modu’na giriyor.
Önümüzdeki haftalar’da, bu köşe’de ve Cum’a Sohbeti köşesinde, dînî sapık, Dâl ve Mudîl, Said Kürdî ve risâlelerindeki tehlikeleri gözler önüne sereceğim.
İnşâ Allah! Yetkililer, yetkisizler, ilgililer, ilgisizler en az, F.T.Ö. tehlikesi kadar dinimiz, Devletimiz için, bu azîm ve vahim tehlikeyi idrak için onlarca seneyi beklemezler. Filhakîka, son on yıldan beridir, Said Kürdî hakkında yazdığımız yazılar, Devletimizin arşivlerinde ve internet ortamında duruyor. Bu yazılara ulaşmak, klavye’nin bir tuşuna basacak kadar bir zamana vabestedir.
Geçtiğimiz onlarca senede, F.T.Ö. hakkında yazdığımız yazılara, ortaya koyduğumuz hâkîkatlere dudak bükenlerin, bugün nasıl apışıp kaldıklarını Aziz Milletimiz, hazîn hazin seyrediyorsa, dün yazdıklarımıza, yarınlarda, yazacaklarımıza, dudak bükenler de, aynı akıbetle yüzyüze kalacaklardır.
Aziz Ertuğrul Bektaş Kardeşimiz.
Bildiğiniz gibi, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in temel umdelerinden birisi, “En lâ Yekûne’l-İmâmü Ma’sûmen,” (imam’ın aslâ ma’sûm olmamasıdır.) Burada imam, lider, önder, Muktedâbih (kendisine uyulan-saygı gösterilen, demektir) Devletin başı, kavim ve kabile’lerin, câmia’ların önderlerine de “İmam,” denilir. Böyle olunca, size her kim böyle bir haber ulaştırdığında, “Ağabey, siz de ben de, Ağabey’den her kimi kastediyorsanız, ki elbette o Ağabey de, Ehl-i Sünnet mensubuyuz. Ehl-i Sünnet i’tikâdında, Peygamber’ler İsmet sıfatıyla muttasif oldukları halde, Kur’ân-ı Kerim’deki kıssa’lardan anladığımıza göre, zelle’ye (ayak kayması) düşmekten kurtulamamışlardır. “Ben bulunduğum makam i’tibariyle yanılmam,” sözü her kim söylemiş olursa olsun, hatadır. Bu hatayı nakletmek ise en az bu sözü söylemek kadar hatadır.
Ben Hanefî’yim, ben, Mâtürîdî’yim, ben Nakşibendî’yim, ben Ehl-i Sünnettenim. İ’tikatta Mâtürîdî Mezhebine, amelde (Fıkhî Mes’elelerde) Hanefî Mezhebine, Umûmî olarak Ehl-i Sünnet Akîdesine tezât teşkil eden bir söz ve hareket her kimden gelirse gelsin, kim söylerse söylesin, “Kol Kırılır, Yen İçerde,” demem, tashih ederim. Bugüne kadar ettim, bundan sonra da etmeye devam edeceğim. Bunların dışında kalan, dedikoduya dayanan, “filanca falanca için demiş ki, falanca da filanca için demiş ki,” gibi, Avamı alakadar etmeyen, bilinmesinde veya bilinmemesinde avamın faydasına olmayan şeyleri yeni bir dedikoduya, fitneye sebep olmamak için yorumlamamaya çalışıyorum. Zannederim, sizin de hassâsiyetiniz bu konular hakkında olmalıdır.
Ömrümce, her ne zaman ve her nerede, Ehl-i Sünnet İ’tikâdına aykırı bir söz ve hareket görmüşsem, duymuşsam karşı çıkmışımdır. Çatalca’da, Tekâmül okuttuğum yıllarda yaşlı bir ağabey gelmişti. Talebe’ye sohbet etmesini rica ettim. Bendeniz de talebeyle birlikte sohbetin sonuna kadar kendisini dinledim. Ağabey, sohbetinde “Mutlâk İtaattan,” bahsetti. Misâl verdi. Dedi ki, “Soba ayakları altta, boru çıkış noktası üstte, boru üstte iken yanıyor, ben veya büyüklerimizden birisi, size ‘Soba’nın ayakları üstte boru bağlantı yeri altta, borular altta,’ olacak dersem, itiraz etmeden itaat edeceksiniz, çünkü bizim Yolumuz, mutlâk itaat yoludur,” dedi. Ben, kendisine, “Ağabey, Mutlâk İtaat, ancak Allah’a ve Resûlüne olan itaattir; verdiğiniz misâl, mahsus olan, yâni Havas-ı Hamse ile elde edilen, aklın yardımı ile ortaya konulan bilgiye göre, “Soba ters çevrilip kurulur, yakılırsa yangın çıkabilir, felâketlere sebebiyet verebilir. Dolayısiyle mutlâk itaat burada geçerli olmaz. Hem sonra, “Lâ Taâte li’l-Mahlûk, Inde Isyanı’l-Hâlik,” (Hâlik olan Allah’a ısyan olan bir hususta, asla, mahlûka itaat edilmez.)
Şeyh’in elinde mürîd’in, “Gassâl’in elinde Meyyit gibi olması,” (Mürîd’in şeyh’ine karşı davranışları, ölü yıkayıcısının elindeki ölü gibi olması) hali, metafizik ve Mâverâ ile alakalıdır. Yoksa mahsus, ma’kûl, sarih, nas’larla sâbit hükümlerle alakalı değildir.
Pek Muhterem Burcu TOSYALI Hanımefendiye:
Sizi, Can-u Gönülden tebrik ederim. İnşâ Allah! Kızınız, Yavrumuz, Ehl-i Sünnet Akîdesi üzerine dinini öğrenir, salih ve sâliha çocuklar yetiştirilir, Yüce İslâm Dinine, Vatanı’na Milletine hayırlı hizmetler eder, sizin için de bir Sadaka-i Câriye olur. Rabbimden sizin için ve yavrumuz için muvaffakıyetler dilerim.
Değer’li Kardeşim Osman Ertürk Beyefendiye:
Zât-ıâliniz gibi pek çok kardeşimizden bahsettiğiniz iki makâle münasebetiyle teşekkürlerimi hayır du’â’larını aldım. Bunu mukâbil, ba’zı kardeşlerimiz de, “Eskiden beridir, uygulanan, büyüklerimizin uyguladığı, Temkini müdafaa yerine, Temkîn uygulamasını kaldıran, Diyânet İşleri Başkanlığını mı müdafaa ediyorsunuz?” serzenişinde bulundular. Ama, hiçbirisi, iki makâle’de ortaya konulan hâkîkatlere karşı, ilmî, mantıkî, müdellel herhangi bir görüş-fikir ortaya koyamıyorlar.
Söyledikleri tek şey, “Eskiden beridir, uygulanan Temkîn, Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından kaldırılmıştır.
Eskiden, Selâtîn Cami’lerin külliye’lerine dahil veya müstekîl yerlerde muvakkithâne’ler vardı. Namaz vakitleri ve imsâk-iftar, Güneş Saati, Su Saati, Kum Saati vasıtasıyla daha sonraki yıllarda, Mekanik Saatlerle tesbit ediliyordu. Modern zamanlarda, üniversite’nin Uzay Bilimleri ve Rasathâne bölümlerindeki son Teknolojik cihazlarla tesbit ediliyor. Öyleyse, “eskiden güneş, su, kum ve mekânik saatlerle tesbit edildiğine göre, şimdide aynı metodlara dönülmelidir,” denilebilir mi?
11 Temmuz 2016 tarihinde bu köşe’de yayınlanan, “Yorumcu’lara Cevaplar ve Mutala’lar!.. (2/30)”, serlevhalı yazının sonunda “Belvâ-i Am’dan bahsetmiştim, İnşâ Allah! Bir gün Belvâ-i Am, mevzuunu da geniş bir şekilde yazarım. Gördüm ki, anlaşılmamış yanlış yorumlar yapılmış...
Pek Muhterem Hasan Güneş Beyefendi.
Talebinizi ısrarla not ediyorum. Ma’kûl ve yerinde bir talep. Ancak, bildiğiniz gibi, geçen yıl çok ağır bir trafik kazası geçirdim. Kitap, çok titiz ve uzun bir çalışma dönemi gerektirmektedir. Yetmiyor, belli bir miktar birikim, mâlî imkân gerektirmektedir.
Çalışıyoruz, Rabbim imkânlar lütfederse, İnşâ Allah! Talebinizi ve sizin gibi daha pek çok Kardeşimizin talebini yerine getiririz...