Mehmet remziyle yorum yapan Kardeşim.
Yazdıklarımızdan hangisi iftira, hangisi yalan, hangisi çarptırma, hangisi eğri, kim hangi altını kömür göstermiştir? Hangi yazımızda Müslüman’lar arasında tefrikaya sebep olmuşuz? Hangi yazımızda hâşâ! İslâmiyyete ihanet etmişiz?!
“İşte siz böyle kimselersiniz! Hadi hakkında bilgi sahibi olduğunuz mevzuda tartıştınız; Fakat bilgi sahibi olmadığınız mevzularda niçin tartışıyorsunuz! Oysa ki Allah, her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz.” (Âl-i İmran 3/66)
Yukarıda meâlini verdiğimiz âyet-i Kerime, sanki, şakird kardeşlerim için nâzil olmuş gibidir; hiç, ama hiç bilgi sahibi olmadıkları mevzu’larda fikir yürütmeye çalışıyorlar, fakat, fikir, diye ortaya koydukları fikir değil, fikrin kırıntısı, tozu bile değildir. Dikkat buyurursanız, yazılarıma cevap mahiyetinde yorum yapmaya çalışan bu kardeşlerim ne cevap verebiliyor ve ne de yorum yapabiliyorlar. Söyledikleri tek şey, “yalan, iftira, bühtan, ihânet!”
Said Nursî, “Bu devir, tarikat, tasavvuf devri değildir, devir, imanı kurtarma ve takviye devridir,” diyor. Bu sebeple de, kendisi tarikat ve tasavvuf’la hiç alakadar olmuyor, hiç bir mürşid’e bağlanmıyor, tasavvuf terbiyesi almıyor. Bir günlük bile Seyr-i Sülûki bulunmuyor. Buna rağmen, şâkird’ler, kendisine, “Mürşid-i Kâmildir,” diyorlar. Ben de, bir gün tasavvufla meşgul olmamış, tasavvuf terbiyesi almamış, bir Mürşid-i Kâmil’in eteğinden yapışmamış, Seyr-i Sülûkini tamamlamamış, çilesini doldurmamış, doldurmak şöyle dursun, bu ma’nada bir gün bile çile çekmemiş birisi, nasıl mürşid-i Kâmil olur? diyorum. Bunun neresi iftiradır?
Ba’zı şâkird’ler de Said Nursî için “Müçtehîd’dir,” diyorlar. Ben de, herhangi bir kimse’nin “Müçtehid” olabilmesi için, Sarf, Nahiv, Metin’ler, Mantık, Fesâhat ve Belâgat İlmi, İlm-i Kelâm, Fıkıh, Usûl-ü Fıkıh, Hadis, Usûl-ü Hadis, İlm-i Va’z, İlm-i Ferâiz ve İlm-i Tefsîr’e, bihakkın vâkıf olması lâzımdır. Said Nursî’nin bırakınız, yukarıda sayılan ulûm ve fünun tahsili, asgarî ve formel bir tahsili bulunmamaktadır. Dolayısiyle içtihad ile müçtehid’lik ile uzaktan-yakından bir alakası olamaz.” diyoruz. Bunu söylemem mi yalan ve iftira! Geçiniz Efendim...
Ben, bu şâkird’lere kızmıyorum, sadece acıyorum. Çünkü, câmia’nın, ifrâd derecesinde hürmet ettiği, en meşhur şâkird’lerden ba’zılarını yakından tanıma fırsatı buldum. Risâle yazıcıları, yazdıklarını okuyamaz, ma’nasını anlayamaz. Fotoğraf çeker gibi, resim yapar gibi bir başka nüshaya bakarak yazarlardı. Risâle okuyucuları, risâle metinlerini aynen, kelime kelime okurlar ve fakat ne okuyucular ve ne de dinleyenler anlarlardı. Keşke, “Risâle’ler, her şeye yeter, Kur’ân’ın metni de tefsiri de Risâlelerde mevcuttur. Ayrıca Kur’ân okumanıza başkaca kitaplar okumanıza hâcet yoktur,” denilmeseydi de, İlmihal Kitapları okunsaydı, Zarûrât-ı Diniyye’lerini öğrenseydiler, hiç değilse, Kur’ân-ı Kerim’i yüzünden okumasını öğrenseydiler.
Aralarından ba’zıları fıkıh ilminde, ba’zıları, kelâm ilminde, ba’zıları da Usûl-ü Fıkıh ilminde ihtisas yapsaydılar da, ubûdiyyet, nübüvvet ve risâlet ile Ulûhiyyet’in sınırlarını diğer şâkird’lere öğretseydiler, şakird’ler, üstad’ları Said Nursî’ye, “Üstadımız, kâinatta bir misli bulunmayan Havârik’tandır, İlmü’l-Evvelîn ve’l-âhirîn’e vakıftır,” diyerek, üstad’larına, hâşâ! Allah’a aid sıfatları hamletmezlerdi.
Değer’li Kardeşim Abdullah Kara Beyefendi.
“Öyle anlar vardır ki, yâdı Cihâna değer,”. O yıllar’da elbette ki, günümüz imkân’ları yoktu. Elektriği, suyu, beşerî ihtiyaçları karşılamak için hiç bir şeyimiz yoktu. Fakat elle tutulur, gözle görünür feyiz ve bereket vardı. Büyüklerimize sonsuz hürmet, küçüklerimize şefkat ve muhabbet vardı. Kısaca, ihvân ve ahavât arasında mühâcirîn ve Ensâr arasındaki kardeşlik hukuku vardı. Hizmeti sebkat edenleri, minnet’le ve şükran’la yâd ediyorum...
Muhterem Cem Deniz ÜNAL, Cavit GÜL Kardeş’lerim.
Merhûm, Mustafa Çırpanlı Hoca’mız, ba’zıları gibi belli bir müddet Müceddid’in Rahle-i Tedrisinde bulunup, bilâhere, müftülük, vâiz’lik yapan veya sırf ticâret’le iştigal eden birisi değildi. Aslî hizmetin iktizası olarak, zaman oldu, fahrî imamlık, zaman oldu, fahrî Kur’ân Kursu Muallimliği, zaman oldu, müftü yardımcılığı, zaman oldu, müftülük yaptı.
Yine Aslî Hizmetin iktizası olarak, arkasına bakmadan bütün bu mevki ve makam’ları terk etti. Merhûm, Mustafa Çırpanlı Hoca’mız, Müceddid’in, zâhîrî ve bâtînî ilimler’de terbiye ettiği, te’dip ve terbiyesini en güzel yaptığı, bütün İmam-ı Rabbânî Evlâdı için Nümûne-i İmtisâl bir zat idi. Bizzât Rahle-i Tedris’inde bulunmadım. Ancak, kendilerinin ilk talebe’sinden, Alanya’lı, Zürdü’nün Hüseyin olarak meşhur olmuş, Merhûm, Hüseyin Özge Hoca’mız, benim ilk Hocam’dı. Bu altın nesl’in hallerine bir misâl olmak üzere, Hocamız, Hüseyin Özge’nin bir güzelliğini sizinle paylaşmak isterim; Kendileri, Konya-Beyşehir, Doğanbey ve Huğlu’da Tedrisât için bulunduğu yıllar’da, ayda bir kerre, Konya’ya gider, bilâhere ödenmek üzere, Halı ibliği-yün iplik alırdı. Evinde kurulu Halı Tezgahında, Hanımefendisi ve kızları gece-gündüz halı dokurdular. Satılan halıların bedeliyle öncelikle iplik borcunu öder, Ailesi’nin maişetini te’min eder, artan kısmıyla da fakîr talebe Kardeş’lerimizin ihtiyaçlarını giderirdi. Çünkü, Müceddid, ilk talebe’sine böyle bir nümüne-i İmtisâl idi.
Değer’li Kardeşim Cavit Gül Beyefendi çok ehemmiyetli bir noktaya işâret etmiştir; Sevgili Peygamber’imiz, salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “Burnunda halka takılı bir köle bile size emîr ta’yin edilse, mutlakâ ona itaat ediniz,” buyurmuştur. Nitekim, kendilerinin bizzat iştirâk buyurmadıkları bir Gazâ’da, bir köle’nin (Zeyd)’in oğlu olan, Üsâme bin Zeyd’i, İslâm Ordusuna kumandan ta’yin etmişti de, Haz.Ebû Bekr, Haz.Ömer, Haz.Osman ve Haz.Ali (rıdvânullahi aleyhi Ecmaîn) başta olmak üzere, Ashab-i Kirâm’ın ileri gelenleri bu Gaza’ya birer nefer olarak iştirâk etmişler, ekserisinin oğlu veya torunu seviyesindeki Üsâme’ye mutlak surette itaat etmişlerdi. Merhûm, Mustafa Çırpanlı Hoca’mız, Merhûm Büyüğümüz, Beyağabeyimiz, Cennetmekân, Kemal Kacar Ağabeyimizden 7 yaş büyük olmasına rağmen, huzurunda, yeni intisap etmiş, acemi bir tâlip gibi davranır, huzurunda “Ağabey!,” gıyabında ise, “Kemâl Bey Ağabeyimiz,” diye hitap ederdi. Kendileri, aynen, Müceddid gibi, şeker hastalığından muzdarip idi. Merhûm Beyağabeyimiz Çırpanlı Hoca’nın sıhhati hakkında çok harîs idi. Sağlığı ile, perhizlerine dikkat edip-etmediği hususlarında yakından alakadar olurdu. Alanya’ya gidenlerle hep haber gönderirdi. “Sakın hâ! perhizine dikkat etsin!” derdi.
İstanbul’a geldiği ve burada kaldığı günler’de, beraberce da’vetli olduğumuzda, bilhassa, Çatalca’yı teşriflerinde, hamur işleri ve tatlı çeşitleri bakımından çok zengin, Rumeli Mutfağı yemekleri sofraya konulduğunda, Beyağabey, Mustafa Çırpanlı Hoca’mıza “Sakın hâ! Bunlardan yemeyi aklının ucundan bile geçirme!” diye ihtar’da bulunduğunda, Çırpanlı Hoca’mız, hiç değilse, bir-iki dilim, börek, bir-iki dilim baklava için, bendenizin şefaatçi olmamı isterdi. Bendeniz de, Beyağabeyimize, “Ağabey! İzin verirseniz, sadece iki dilim börek veya iki dilim baklava aslâ fazlasına ben de izin vermem,” derdim. Beyağabey’in, Nurânî yüzünde seyre değer bir tebessüm’le, “Pek âlâ! Ama, sadece, iki dilim börek, iki dilim baklava, fazlasına aslâ izin vermem,” buyururdular. O günler, “Ömre Bedel Günler,”di...
Pek Muhterem Osman Ertürk Beyefendi Kardeşim.
Her vesiyle ile ifade etmeye çalışıyorum. Gerçekten, dâvâ adamının, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’nın nasıl birisi olması gerektiğinin, nasıl olmalı sualinin canlı şahidi ve cevabı, Merhûm, Mustafa Çırpanlı Hoca’mızdı. Rabbim cümlemizi şefaatine nâil buyursun!...
Ertuğrul Kardeşim. Teveccühünüze lâyık olmaya çalışıyorum. Du’â’larınızı beklerim...