İBNÜ’S-SEBÎL: Memleketinden ve oradaki servetinden uzak bulunan fakîr yolculardır. Bunlar da masârıf-ı zekât’ın sekizinci kısmını teşkîl etmektedirler. “Allah yolunda cihad eden gâzîlerle yolda kalan zenginler hariç, zenginlere sadaka helâl değildir.,” kavl-i şerif’i mûcibince yolda kalan yolcular memleketlerinde servet sahibi zengin bile olsalar servetlerinden istifade edemedikleri için, zekâtdan sehim alabilmeleri için müstekî masraf olmuşlardır.

Bu hususta bizim görüşümüz: Eski devirlerde, günümüzde olduğu gibi mesafeler kısa değildi. Aynı memleketin şehirleri arasındaki mesafeler, atlar ve develerle seyahat edildiği için çok uzaktı. Aynı ülkenin şehirleri arasındaki ticârî kervanlar gurbete seyrederlerdi. Kervanlar sık sık, Kuttâ-i Tarîk (yol kesenlerin) haramîlerin tasallut ve tecâvüzlerine maruz kalırlar, atları, develeri, yükleri ve üzerlerindeki bütün paraları, kıymetli eşyaları gasp edilirdi. Bu mağdur ve mazlûm kişiler, memleketlerinde çok zengin bile olsalar, memleketlerine dönünceye kadar yol masraflarına ve nafakalarına yetecek kadar bunlara zekât verilebilir. Günümüzde, hemen hemen, herkesin elinde-cebinde plastik bir kart veya akıllı bir telefon mevcut. Memleketin her neresinde, hatta dünyanın her neresinde olursa olsun, hesabına, servetine ulaşma imkânı var. Dolayısıyla yolda kalmışa zekât verilmesi hakkındaki hüküm, sebebi büyük ölçüde ortadan kalktığı için hüküm de neredeyse kalkmış gibidir. Bu durumda sekiz kısım masârıf-ı zekâtdan geriye sadece fakirler ve miskinler kalmış oluyor.

Fakîr: Yoksulluk çeken muhtaç. Zekât verilmesi ve onun da alması câiz olan fakîr; aslî ihtiyaçlarından fazla ve fakat kendisinin ve ailesinin geçimine kâfî gelmeyen dünyalığı olan kimselerdir.

Miskîn: Miskîn ise, hiç bir mala mâlik olmayan muhtaçtır. Bu derecedeki fakirlik ve muhtaçlık, sahibini çökertip şuursuz, hareketsiz, mecalsiz bir hale koyduğu için bu derece düşkün olanlara miskîn denilmiştir. Binâenaleyh, miskînin vaziyeti fakirden daha düşkündür.

Sadakaların, zekâtın masraflar kısmında ilk hak sahipleri fakirler ve miskinlerdir. “Mallarında, isteyene ve (isteyemediği için) mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar.” (Meâric 70/24, 25) Bu fakirlerden ve bu miskinlerden gerek isteyebilenlerin ve gerekse iffeti mâni olduğu için isteyemeyenlerin zenginlerin mallarında muayyen hakları vardır.) Hem bu hak Allâhu Teâlâ’nın bahşettiği vehbî bir haktır. Fakir ve miskinin bizâtihî kazandığı bir hak değildir. Zekâtın hikmet-i şeriyyesi gelir dağılımı adaletini, dolayısıyla sosyal adaleti temin, zengin ile fakir arasındaki uçurumun kapatılmasıdır. Dünyada hiç bir inanç sistemi, hiç bir medeniyet, Yüce İslâm Dini kadar içtimâî yardımı böylesine bir hak olarak kabul etmemiş ve fakirlerle zenginlerin karşılıklı vaziyetlerinde bu derece faziletli bin münasebet tesisine muvaffak olamamıştır. Zekâtın hedefi, Müslümanlar arasındaki fakirliği toptan kaldırmaktır.

Günümüzde, zekât verenlerin, alanların, zekât hususunda vaazu nasihat edenlerin, zekât verilmesi hususunda hararetle tavsiyede bulunanlar ihmal ettikleri, gözardı ettikleri en önemli husus, zekâtta temlik şartı: Zekât niyetiyle zekâta tâbî mallardan fakirlere ziyâfet verilse yedirilip içirilirse temlik şartı yerine getirilmediği için zekât yerine geçmez. Yine temlik şartı sebebiyle delilere, büluğa ermemiş çocuklara zekât verilmez, velev ki, delinin, sabinin velisine veya vasisine verilebilir ki, veli ve vasiler onlar için harcama kaydıyla zekâtı alabilirler.

Temlik Şartına terettüb eden diğer bazı meseleler de şunlardır: Cami, Kur’ân Kursu, İmam-Hatip Okulu, köprü, mektep, çeşme, sebil, yol, hamam gibi, âmme menfaatine ait olan binalar inşasına ve hayır işlerine zekât malı sarf edilemez. Ölü kefenlenemez, borç takas edilemez. Yukarıda kısaca ifade edildiği gibi, İslâm Dini, Müslümanlar arasında hiç birinin aç ve açıkta kalmasını istemediği için zekâtı münhasıran fukaranın maişetine, geçinmesine tahsis etmiştir. Fukahâ, zekât malı herhangi bir fakire temlik edilir, verilir. O da kabul edip aldıktan sonra, kendi hür iradesiyle herhangi bir hayır işine hibe ederse, zekât veren zekât sevabını fakir de kurb yakınlık ve ibadet sevabını kazanır. Ancak, zekât, “Ben sana zekâtımı şu şahsa veya şu hayır kurumuna vermen şartıyla veriyorum,” gibi şartlı olarak veremez, böyle bir durum, zekâtın temlik şartına muhalefet olur.

Bu hususta bizim görüşümüz: Zekâtta temlik şartına binâen, kurum, kuruluş, vakıf, dernek, cemiyet veya herhangi bir hayır kurumuna zekât verilemez, verilirse zekât borcu mükelleften sakıt olmaz, verdiği sadaka ve teberru olur.

Her yıl ramazan ayında, Kızılay, T.Diyânet Vakfı başta olmak üzere Müslümanlardan zekâtlarını talep ederler. Zekât’ın i’tası hususundaki temlik şartını bilmeyen Müslümanlar da zekâtlarını bu derneklere ve vakıflara veriyorlar. Bu durumda Allah tarafından zekâta müstehak olanlar mahrum edilirken, zekât malları da başka yerlere sarf ediliyor.

Kızılay ve T.Diyânet Vakfı, devletimizin ve milletimizin yüzakı derneği ve vakfıdır. Sadece memleketimizde değil, bütün dünyada fakirlere, mahrumlara uzanan şefkat ve merhamet elleridir. Müslümanların zekâtlarını talep etmeseler bile cömert milletimizin teberru ve diğer fasıllardan yardımları kendilerine yeter...

Kızılay, T.Diyânet Vakfı gibi yarı resmî dernek ve vakıfların, Müslümanların zekât ve fıtır sadakasına (fitre) tasallutu yeni bir şey değildir; İttihad ve Terakkî bakiyesi, tek parti mütegallibe, C.H.P., gadr ve zulüm iktidarı dönemlerinde, hatta, 14 Mart 1950 yılında bir halk hareketi ve beyaz bir devrimle iktidara gelen, Demokrat Parti döneminde, bile, bütün dînî değerlerimiz yok sayılmış, gözardı edilmişken, devlet, her tür toprak mahsullerinin zekâtı olan “Uşr’u,” “Âşâr Vergisi,” adı altında zorla tahsil edilen vergiler arasına almış, cebrî olarak toplamaya başlamış, uşrunu ödeyemeyenler, yol yapım cezasına çarptırılmış, batı illerinden hayvan vagonlarıyla şiddetli kış günlerinde, Erzurum-Aşkale’ye gönderilmişler yol yapımı için taş kırdırılmıştır.

1924 yılından itibaren, medreseler kapatılmış, medenî kanun kabul ediilerek, ferdî ve içtimâî bütün değerler yasaklanmış frenkler taklit edilmeye başlanmıştır. Kur’ân öğrenimi, asgari zarurât-ı Diniyye yasaklanmış, Ezan-ı Muhammedî aslına uygun değil, “Tangır-tungur,” sesler çıkarılarak okutulmaya mecbur kılınmış, bazı camiler kapatılmış, satılmış, ahır haline getirilmiş, Müslümanlara “Mürtecî,” yaftası yapıştırılmış, kısaca bütün manevî  değerlerimiz ayaklar altına alındığı halde, Yüce İslâm Dini’nin bir farîzası, toprak mahsullerinin zekâtı olan ve herhangi bir nisaba tabi olmadan hasad zamanında, hasad edilen ürünün onda birini “Uşr’ünü” fakirlere verilmesi gereken, bir fariza, İslâmî bir emir, devlet tarafından metezori olarak alınan bir vergi haline getirilmiştir. Hükûmetler vergi koyabilirler. Dînî bir farizanın istismarı bile olsa devlet zirâî mahsuller üzerine bir vergi koyabilir, denilebilir. Ancak, vergiler adil ve mükelleflerin gücünün yettiği miktarda tarh’edilir. Â’şâr vergisi şöyle uygulanıyordu: İlkbaharda, henüz güzlük ekimlerden çimlenmeden, bahar ekimleri henüz toprakla buluşmadan, maliyenin eksperleri gelir, “Şu kadar dönüm tarla, buradan şu kadar hasad elde edilebilir, bunun da yüzde onu, onda biri, uşr vergisidir,” derler vergiyi tahakkuk ettirirlerdi. Oysa ki, Anadolu Bozkırında sulu tarım yapılmadığı için, ilkbahar aylarında, Mart, Nisan ve Mayıs aylarında yağmur yağmadığı yıllarda, güzlük olsun, ilkbahar ekimi olsun, ekinler başak vermez, sürüler salıverilir ve hasad zamanında hiç mahsul alınmaz. Buna rağmen, maliye hayâlî rekolte üzerinden tahakkuk ettirdiği vergiyi, cebren alır, veremeyenleri de taş kırma, yol yapma cezasıyla cezalandırırdı. Dolayısıyla, bu bir vergi değil, bir zulüm vasıtasıydı. Devrin Başbakanı, Süleyman Demirel, 1977 milletvekilliği umûmî seçimleri ve 1979 kısmî senato ve milletvekilliği ara seçimleri arefesinde, rakibi, C.H.P.’yi ve Ecevit’i vurmak için, “bunlar, Milletimizin başına â’şâr zulmünü bela etmişlerdi,” diye meydanları inletiyordu. Başbakan’ın seçim nutuklarını yazan, merhum, Mustafa Ernam Bey’di. Kendisi, Ankara’da Bayındır Sokak’ta mütevâzî bir büroda çalışıyordu. Kendisini ziyaret ettim, “Âşâr, uşr,” dinî terimlerdir, Müslüman halkımız bunu yanlış anlar, yanlış değerlendirebilir, lütfen, Beyefendiye arz ediniz, nutuklarında bu hususlara dikkat etsin!” dedim. Merhum, Ernam, Beyefendi belli noktaları işaret ediyor, konuşmanın tamamını biz şekillendiriyoruz, arz ederim,” dedi. Ve o günden sonra Başbakan nutuklarında “Â’şâ Zulmünden, Uşr’den,” hiç bahsetmedi.