Lozan Sulh Antlaşmasıyla dayatılanlardan birisi de nikahların Türk Kanunun Medenîsine göre kıyılmasıydı...

Aziz Türk Milleti’nin, İslâm ile şerefyab olduğu son bin yıllık süreçte, kendisini bir güruh olmaktan çıkarıp, millet haline getiren en önemli unsur, sağlam ve hakkaniyete dayanan aile yapısıydı. Dinden-diyanetten uzaklaştırılan bir milletin millet olmasındaki en önemli unsuru, sağlam aile yapısından da uzaklaştırılarak, millet olmaktan çıkarıp, yeniden bir güruh haline dönüştürmek için, en az bin yıldan beridir, Allah adına verilen bir söz ile Allah’ın emri, Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem’in kavli, (sünneti) İmam-ı A’zam Ebûhanife Hazretlerinin içtihadına uygun kabul ve icab’tan ibaret olan  nikahların, bir İnkılab Kanunu olarak çıkarılan, 17 Şubat 1926 tarih ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenîsiyle kabul edilen evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medenî nikah esasıyla aynı kanunun 110.maddesi hükmü, 1982 Anayasasının 174.maddesiyle değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahî yapılamazlar kanunlar arasında sayılmıştır.

Bu kanuna göre nikahlar, belediye reisinin vazifelendirdiği eski zamanlarda okur-yazar bile olmayan bir memur tarafından, belediye reisinin verdiği salahiyete dayanılarak, belediye reisi adına kıyılırdı. Mehir’den hiç bahsedilmez, şahitlerin nitelikli olup olmadıklarına bakılmazdı. Elbetteki, Allah’ın emrinden, Peygamber’in kavlinden de bahsedilmezdi. Köylerde, okur yazar olmayan muhtarlar da nikah kıyma yetkisine sahip idiler.

Türk Kanunu Medenîsi denilen bu kanunun, Türklük ile Türk Medeniyeti ile uzaktan yakından bir alakası yoktu. İsviçre Medenî Kanunu harfi bile değiştirilmeden aynen alınmış, tercüme ettirilmiş, Türk Kanunu Medenîsi olarak halka dayatılmıştır.

Türk Kanunu Medenîsine göre kıyılan nikahlar, tıpkı nüfus hüviyet cüzdanı çıkartmak için yapılan resmî bir muameleden ibarettir. Nitekim, resmî istatistikler göstermiştir ki, belediye memurlarının veya muhtarların kıydıkları nikahla evlenen çiftlerden yüzde doksan sekizi ayrıca dinî usullere göre de nikah kıydırmışlardır. Nitekim, kanun koyucu bu zarureti ve ihtiyacı görmüş kanunî bir düzenleme ile müftülere ve onların vazifelendireceği din hizmetlilerine de nikah kıyma salahiyeti verilmiştir.

“Bir de sizden olan dulları ve kölelerinizden cariyelerinizden salihleri evlendirin, eğer fukaradan iseler Allah, onlara fazlından zenginlik verir. Allah, vâsidir, alîmdir. Bir nikaha çare bulamayanlar Allah kendilerine bir gına verinceye kadar iffetli kalmaya çalışsınlar. Memluklerinizden mükatebe isteyenleri de eğer kendilerinde bir hayır biliyorsanız hemen kitabete kesin ve onlara Allah’ın size verdiği malından verin ve dünya hayatının geçici metâını kazanacaksınız diye cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Hele iffetli olmak isteyenlere; her kim de onları fuhşa zorlarsa şüphesiz Allah, onlara zorlamalarından sonra gafûrdur, rahîmdir...” (Nur Suresi 24/32, 33)

İnsan nev’inin bekası, neslin devamı ve nesebin sıhhati için en meşrû yol nikahtır. “Nikah benim sünnetimdendir, her kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benim ümmetimden değildir.” Bütün hadis kaynaklarında rivayet edilmiş çok meşhur bir hadis-i şeriftir.

Âyette geçen “Eyamâ” kelimesi “eyâyim”den çevrilmiş olarak “eyyim’in” çoğuludur. Eyyim ise, gerek bekar gerek dul olsun, eşi olmayan dişiye veya eşi olmayan erkeğe denir ki, Türkçe’mizde biz bunlara bekâr diyoruz.

Bu âyet-i kerimeler ve hadis-i şerif’ler gösterir ki, nikah akdi, herhangi bir belediye veya nüfus muamelesi değil, dînî bir fariza, dînî bir akitdir.

Dînî bir akid olan nikahın rükunları, şartları vardır; nikahın rükunları icab ve kabulden ibarettir. İcab, erkek olsun, kadın olsun nikah akdi yapacaklardan birinin ilk önce söylediği sözdür.“Seni eş olarak aldım” tarzındaki sözüdür. Kabul ise, diğerinden ikinci defa olarak “Ben de kabul ettim” tarzında sarf ettiği sözlerden ibarettir. Kabul ve icabın yanında, Müslümanların nikahında, akıllı ve büluğ çağına gelmiş iki Müslüman erkeğin veya bir erkekle hür ve müslime iki kadının şahit olarak bulunması şarttır. Zira, Sevgili Peygamberimiz salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimiz “nikah ancak şahitlerle olur” buyurmuştur. Ayrıca, nikahta şahitler şartıyla birlikte, nikahın aleni olarak yapılması da şarttır. Şahitlerin hazır bulunmaları haliyle dahî, nikah alenî değil de gizli kıyılırsa nikah sahih olmaz.

Vefat etmiş bir kimsenin cenaze namazının kılınabilmesi için, sadece bir kişinin dahi, vefat eden kimsenin mümin-müvahhid olduğuna şehadet etmesi, cenaze namazının kılınması için kafi iken, borçlar hukukunda borçlanmak gibi, nikah akdinde de nitelikli şehadet aranmaktadır. Nitelikli şehadet, Bakara Suresi 2/282. Âyet-i Kerimesine göre ki: “Erkeklerden orada hazır bulunan iki kişiyi de şahit gösterin. Şâyet ikisi de erkek bulunamıyorsa, o zaman doğruluğuna emin olduğunuz şahitlerden bir erkek ile iki kadın, (kadınlardan) biri unutursa-unutunca, diğeri ona hatırlatsın. Şahitler de davet edildikleri zaman, şahitlikten kaçınmasınlar.” Nikahın şartlarından birisi de halkımızın telaffuzunda, “MEHİR” olarak bilinen, mihr tayin ve tespitidir. Nikah akdi esnasında, nitelikli şahitler huzurunda, erkeğin kadına vereceği bir miktar tespit ve tayin edilir. Muaccelen, akid esnasında ödenir veya bilahare ödenmek üzere, (Müeccelen) şahitler huzurunda, sözlü veya yazılı olarak hükme bağlanır. Mihr için bir miktar söz konusu değildir, âkidlerin kendi aralarında anlaşarak tayin ettiği herhangi bir miktardır. Her hâlükârda, vefat veya boşanma sebebiyle kadının dul kalması halinde, dört ay, on gün zarfında bir başkasıyla evlenemeyeceğine göre, bu müddet zarfında içinde bulunduğu sosyal statüye göre rahat geçinebileceği bir miktardan az olmamalıdır. Nitelikli şahitler işte bunun için şart koşulmuştur. Mihr ve nikah esnasında karşılıklı şartların yerine getirilmesi hususunda şahitlerin şehadetine müracaat edildiğinde her şeyi net olarak hatırlamaları ve muhtemel bir ihtilafın tahlilinde yardımcı olmaları için, nitelikli şahitler şart koşulmuştur.

Nikahta bütün rükunlar ve şartlar yerine getirilmiş olsa bile, haramı mahrem haline getiren, Allah adına verilen sözdür. Nitekim, nikahı akdeden, “Allah’ın emri, Resûlullah’ın kavli (sünneti), İmam-ı A’zam, Ebû Hanife’nin içtihadı üzere, nikahınızı akdediyorum” diye söze başlar. Böylece nikah akdi esnasında erkek, zevcesinin rızkını temin edeceği, dinini, iffet ve namusunu koruyacağına dair Allah’a söz verir ve zevcesini kendisine helal kılar.

Oysa ki, belediyelerde yapılan muamelelerde, nikah memuru “belediye reisinin bana verdiği yetkiye dayanarak sizi karı-koca ilân ediyorum” diye nikah kıyar. Ayrıca belediyede yapılan nikahlarda nikahın asıl rüknü, icab ve kabul de muteber değildir. Abbasîlerden itibaren, devletimizin şekli ne olursa olsun, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçûkî, Devlet-i Aliyye ve Cumhuriyetimizin rezmî mezhebi, Hanafiyye’dir. Hanafiyye Ekolüne göre, nikahta icab ve kabul ancak “aldım, kabul ettim”gibi mazî sıgasıyla olmak zorundadır. Muzarî- İstikbal sigasıyla ediyorum, edeceğim, demek belki de etmeyebilirim demektir. Pozitif hukukta bile, asıl berât-i zimmet, (borçtan, kefaletten mesûliyetten tam kurtuluş ancak mazî sigasıyla olur. Belediye nikahlarında, şahitler zaman zaman iki erkek, zaman zaman bir erkek bir kadın, zaman zaman da iki kadın olabiliyor. Nikah sırasında muaccel veya müeccel mihrden hiç bahsedilmiyor. Böylece belediye nikahlarında nikahın rükunları bulunmadığı gibi zarurî şartları da mevcut bulunmadığından belediyelerde yapılan nikahlar, yapılması gereken zarurî bir muameledir, fakat asla bir nikah muamelesi değildir. Onun içindir ki, İsviçre’den kelime kelime tercüme edilerek alınan Türk Kanunu Medenî’sine göre belediyeler nezdinde nikah muamelesi yaptıran her yüz çiftten yüzde doksan sekizi dinî nikah kıydırmayı ihmal etmemiştir...