ANTALYA DA’VASI!... (11)

Senaryocu müfteri, “Bu sırrımı ben hayattayken kimseye söylemeye mezun değilsin; seninle bir sırrımı paylaşacağım. Bu sırrımı cemaatte H.Kumaş da dahil (O zaman Cemaatin iki numaralı İdarecisi-Naibi idi) paylaşacak kimsem yok, buyurdu. İstihbaratın (M.İ.T. o zamanlar ve yakın tarihe kadar CIA’nın küçük bir şubesi durumundaydı.)- İddia senaryocu-müfteriye ait’tir.-kendisini cezaevinde bir anlaşmaya zorladığını, kendisinin de bu anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldığını belirtti. (O günleri yaşayanlar, 27 Mayıs’ın ünlü Anayasa Profesörü, C.H.P. Senatörü, Muammer Aksoy’un Kemal Bey ve Cemaat hayranlığı(!) ile Ağabey’e fahrî avukatlık yaptığını iyi bilirler. Kemal Ağabey bir şey söylememekle birlikte bendeniz irtibatın bu yolla kurulduğunu düşünmekteyim. Kemal Bey Ağabey’e iki durumdan birini tercih etmesi teklif edilmişti. Ya kendisi ve 16 idareci-hoca arkadaşı ortadan kaldırılacak ve cemaatin bütün mülküne el konulacak ya da cemaatin tasfiyesi ve askerî idarenin emrine girmesi için idare ile işbirliği yapılacaktı.”

Meselenin aslına girmeden evveliyyetle belirtmeliyim ki; Merhum Büyüğümüz, Kemal Bey Ağabeyimiz, Kemal Kacar, eğer bir sırrı varsa o sırrını kimseye söylemezdi. Zaman zaman, sohbetlerimizde, “Öyle sırlarım var ki, ancak, benimle birlikte mezara gidecek,” buyururdu. Eğer bir sır varsa o sırrın asla açıklanmayacağını bildiğimiz için de bizler, “O sır’lar nelerdir, açıklar mısınız?,” demezdik. Hem sonra, iki kişinin bildiği bir husus artık sır değildir; Bir devrin, Van Milletvekili, Kinyas Kartal vardı. Şeyh Şamil’in torunlarından, Kinyas Ağa, 1970’li yılların ortalarıydı, devrin Başbakanı Süleyman Demirel’in makam odasındayız. Sohbete katılanlardan birisi de Kinyas Kartal, Kinyas Ağa idi. Sohbet sırasında, kendine has tatlı şivesiyle, “Süleyman Beg! Sen biliyyy, ben biliyyy, herkes biliyyy,” demişti de hep beraber, tebessüm etmiştik...

Merhum Büyüğümüzün sır değil ama, muayyen bir müddet gizli kalması gereken bir bilgisi olsaydı, onu, kapının dış mandalı bile olmayan, gönderilmiş bir çaylak kopile değil, elbette, hep yanında henüz sabavet yıllarında, davaya omuz vermiş, nice nice, ağır imtihanlardan geçmiş yakınlarına ve arkadaşlarına verirdi.

Senaryocu-müfteri, isnad, iftira ve buhtanlarını, Merhum, Prof.Dr. Muammer Aksoy’un, Merhum Beyağabey ve diğer bazı maznunların müdâfalarını üzerine almasıyla temellendirmeye çalışmıştır.

Muammer Aksoy, (1917-1990) 1917 yılında İbradı-Antalya’da, yedi nesil Kadı-hukukçu yetiştiren bir aileden gelmektedir; Kendisi de hukuk sahasını seçmiş, tahsilini ve bütün akademik kariyerini, Ankara, İstanbul ve Zürih Hukuk Fakülte’lerinde tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi bulunduğu 1961 yılında, 1961 Anayasasını hazırlayan komisyon’un sözcülüğünü yapmıştır. -27 Mayıs’ın ünlü Anayasa Profesörü değil, Anayasa Hazırlama Komisyonunun sözcüsüydü.- 1977-1980 arası, C.H.P., Ankara Milletvekilliği yaptı. -Senatör değildi.- Evet... Muammer Aksoy sol tandanslı biriydi, fakat, yüzde yüz, yerli ve Millî’ydi. Ne hazin, bu çok değerli hukuk insanı, 31 Ocak 1990 tarihinde bir suikast neticesinde hayata veda etmiştir.

Merhum, Beyağabeyimiz, Merhum, Prof.Dr.Muammer Aksoy’u nerede ve ne zaman tanıdı ve aralarındaki dostluk köprüsü nasıl kuruldu? Merhum Büyüğümüz, Parlamento’da bulunduğu sürece, Fransızca’yı Anadili gibi konuşup-yazdığı için, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinde Türk Grubu üyelerinden birisi olarak vazife yaptı. Prof.Dr. Muammer Aksoy da 1977-12 Eylül 1980 tarihleri arasında, C.H.P.’yi temsilen bu grubun üyeleri arasındaydı. Her yıl, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi toplantılarına katılmak üzere, Strasbourg’a, beraber gidiyorlardı. Farklı partilerden, farklı dünya görüşünden olmalarına rağmen, her ikisi de yerli ve Millî idiler. Birbirlerini tanıdıkça aralarında derin bir dostluk peyda oldu. 12 Eylül 1980 Darbe-i Hükûmetini gerçekleştiren darbeciler, Türkiye’de Parlamento’yu feshettikleri halde, Avrupa’ya şirin görünmek için, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türk Grubu üyelerini, harcırahlarını ödeyerek, Avrupa’ya, diplomatik kırmızı pasaportlarla gönderdi. Bu grupta, Merhum Kemal Kacar’dan başka, devrin İstanbul Milletvekili, Merhum, Cevdet Akçalıoğlu, Ankara Milletvekili, Merhum, Prof.Dr. Muammer Aksoy, Kontenjan Senatörü, Metin Toker, (İsmet Paşa’nın damadı) ve başka Parlamenterler bulunuyordu.

Parlamento oturumları nihayete erdikten sonra, Merhum Beyağabey, Prof.Dr. Muammer Aksoy, Metin Toker ve Merhum Cevdet Akçalı’yı, Avrupa’nın muhtelif memleketlerinde, İslâm Kültür Merkez’lerinde misafir etti, ağırladı, sosyal statülerine göre kendilerine hediyeler verdi. Beyağabeyi yakından tanıdılar, beşerî münâsebetlerindeki üstün meziyetlerine, nezaketine gerçekten hayran kaldılar, daha sonraki yıllarda ve aylarda da yakın münasebetlerini devam ettirdiler.

Prof.Dr. Muammer Aksoy’un başta Beyağabey ve diğer bazı maznunların müdafaasını üzerine almasının birinci sebebi işte bu insânî ve beşerî münasebetler bir diğer sebebi de, kendi memleketi Antalya’da neredeyse birbirine selâm veren, namaz kılan herkesi bir çıfıt avı ile hapse tıkmalarıdır. Vicdanı böyle bir zulme izin vermediği için, kendilerini müdâfa etmiştir.

Senaryocu-müfteri, bir internet sitesine verdiği mülakatta, kendisine, “Bunu, (bu sırrı) sizin gibi o zaman cemaatte çok etkin olmayan birisine neden anlattı?” sorusuna karşılık, “Bu soruya ancak yorum yapabilirim...” diyor, ilâveten, “Birinci sebep; hizmetin organik olarak içinde olan birisine anlatamazdı. Cemaatin ermiş olarak gördüğü, -aslına bakarsanız, sadece cemaat değil bizzat müfterinin kendisi de, onun tabiriyle ermiş,-bize göre “Velî”’dir,- görüyordu.” Asrın Mürşidine evlad ve talebe olmuş, şahsen bir-çok (pek-çok) kerametlerine şahid olduğum tarihi ve manevî bakımdan büyük bir zât’ın karşısında olduğumun şuurundaydım. Husûsî meselelerin istişare edileceği bir olgunlukta olduğumu düşünmüyordum. Asker olmam dolayısıyla bu konuya muhatap olduğumu düşündüm. Ne de olsa devir, askerlerin devri idi. Tahmin ettiğimi gibi de çıktı.- olarak gördüğü kişi askerlere boyun eğmiş olurdu. İkinci sebep; Kemal Bey Ağabey bunu hocalardan veya idarecilerden herhangi bir kimseye söylerse bu dışarı sızar ve anlaşmayı da ifşa etmiş olurdu. Peygamberlerin bile sırdaşları olmuştu. Bu insanî bir tavırdır, vicdânî rahatsızlığını biriyle paylaşmak ihtiyacı gibi. Bir de zamanı geldiğinde bilinmesinde hayır görmüştür. Gerçek sebebi kendisince malûmdur. Güvendiği bir asker kişi olmam, bir de yeni serbest kaldığında ziyaretine giden kişi olmam beni tercihinin sebebi olabilir, bilemiyorum. Bu anlaşmanın Muammer Aksoy vasıtasıyla gerçekleştiğini düşünüyorum.

Söylediklerinin tamamı hayal ürünü, hezeyan, yalan iftira ve buhtan!..

12 Eylül 1980 Darbe-i Hükûmetine gidilirken ve gelindiğinde, elimizde Türkiye’nin en itibarlı, Milliyetçi-Muhafazkâr Cenah’ın sahiplendiği, günlük, BÂBIÂLÎDE SABAH Gazetesiyle, Türk Matbuat tarihinde, 50 bin adet abone ve 50 bin adet haftalık satışıyla, bütün zamanların rekorunu elinde bulunduran, haftalık, UFUK Siyâsî Gazete vardı. Devletin bütün Kurum ve Kuruluşlarıyla, Askerî cenah da dahil, çok yakın münasebetlerimiz vardı. İstediğimiz zaman İstanbul’da 1.Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Necdet Üruğ Paşa ile, diğer her kademedeki komutanlarla, Sıkıyönetim Başsavcısı ve Başsavcı Yardımcılarıyla dâimî irtibat halindeydik. Bu sûretledir ki, devrin bir Diyanet İşleri Başkanlığı müfettişinin kışkırtmalarıyla, Antalya’da açılmış ve berâetle neticelenmiş dava dışında Türkiye’nin hiçbir yerinde, arkadaşlarımız aleyhine herhangi bir dava ikame edilmemiş, hiçbir yerde Kursumuz-Yurdumuz kapatılmamıştır. Devletle, Milletimizle, Ordumuzla bu kadar içiçe ve pek yakın münasebetleri olan bir Camia’nın bir Teğmen’e ümid bağlaması gibi bir durum asla olmamıştır, bunu düşünmek bile akla ziyan bir durum olurdu...

Bize gelenlerin hepsi bize kendi iradeleriyle gelmezler. Ba’zıları da herhangi bir hizmet için gönderilirler. Gönderilenlerden çektiğimizi bize başka hiçbir kimse çektirmedi!...