ANTALYA DA’VASI (4)

Gazete’leri, Sultanahmed-İnciliçavuş Sokağından, Cağaloğlu, Taştekneler Sokağında yeni satın aldığımız Bina’mıza taşımıştık. Santral’dan, Küçük Mehmed, Mehmed Öncü, “Hocam, Hüseyin Kumaş Hoca’mız arıyorlar, Telefonu bağlayayım mı?” dedi. “Ne demek, hemen bağla!dedim. Hüseyin Kumaş Hoca, ağlamaklı bir ses tonuyla, “Mustafa Hocam, Beyağabeyimizi aldılar, herkesten önce sizi haberdar edeyim,” dedim, elinizden gelen her şeyi eksiksiz yapacağınızdan eminim, sizden haber bekliyorum,” dediler. Telefonu kapattıktan sonra hemen, daha önceden bana verdiği Özel Numara’dan İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı’yı aradım .Müsaid olmadığı hallerde konuşmaz, çok kısa keser, bilahare, Emirgan Polis Moral Eğitim Merkezindeki Sağır Oda’ya geçer oradan arardı. Yine öyle oldu, “Ben şimdi Moral Eğitim Merkezine geçeceğim, bir bir buçuk saat zarfında seni ararım,” dedi.

Hüseyin Kumaş Hoca’mızı aradım, “Ağabey, Gazete’ye teşrif edebilir misiniz? Hemen gelirim, dedi. Teknisyeni çağırdım, paraleli olan Telefon hattına bir üçüncü paraleli ekletti. Hüseyin Kumaş Hoca’mız teşrif ettiler, Mehmed Arıkan Hoca’mız, bendeniz üçümüz, meraklı bir bekleyişe girdik. Aramızda ne yapılabilinir, biz ne yapabiliriz, konuşurken, telefon çaldı, telefon’un karşı ucundaki İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı idi, Hoca’lara ahize’leri kulaklarına yaklaştırmalarını işaret ettim.

“Şükrü Bey, ne oldu da emanet muhafaza edilemez hale gelindi,” dedim. Şükrü Balcı Bey, “Mustafacığım, Siz, düşmanı haini kendi aranızdan arayınız! Israrlı ihbar karşısında, Arkadaşlarım Beyağabeyi almak mecburiyetinde kaldılar. Kemal Bey, halen, Üsküdar Emniyet Âmirimiz, Dursun Bey’in odasında istirahat buyuruyor, gidip görebilirsiniz. Ama, iş bizden çıktı, sanırım, Merkez Komutanlığı, Haydarpaşa İnzibat Merkezi kendisini Antalya’ya sevk edecek. Biz de kaldığı müddet zarfında biz, hürmette kusur etmeyiz, kendisiyle telefonda görüştüm, bir emirlerinin olup-olmayacağını sordum, teşekkür etti.,” dedi. Görüşmek dilek ve ümidiyle telefonu kapattık.

Hemen, Üsküdar Emniyet Âmirliği’ne hareket ettik, Emniyet Âmiri’nin odasında Beyağabey ile görüştük, tabi’i olarak çok üzgündü. Üsküdar Emniyet Âmiri, Dursun Bey, “Kemal Bey Antalya Sıkıyönetim Talî Komutanlığınca arandığı için, Antalya’ya sevk edilecek, sevk işlemlerini, Merkez Komutanlığı, İnzibat Merkezi yapacak, Biz Antalya İl sınırına kadar kendisine refakat edeceğiz. Müdürüm ta’limatlandırdı. Kemal Bey isterse Antalya’ya kendi otomobili ile gidebilir, biz kendisini, Antalya İl sınırına kadan kendisini asla rahatsız etmeden belli bir mesafe’den ta’kip edeceğiz. Bu akşam evinde istirahat buyursun, valizini hazırlasın, yarın istediğiniz saatte, Haydarpaşa İnzibat Merkezinde buluşalım,” dedi.

Üsküdar Emniyet Âmirliği’nden Beyağabeyi de alarak Çamlıca’ya geçtik. Beyağabey, Köşk’te istirahata çekilirken bizler ayrıldık. Bir gün sonra Haydarpaşa İnzibat Merkezinde buluşmak üzere vadalaştık. Haydarpaşa İnzibat Merkezinde Beyağabeyi, içeri aldıklarında, beraberinde bendeniz de girmek istedim, önce izin vermediler, Sarı Basın Kartımı ibraz ettim, İnzibat Çavuşu kartımı aldı, içerde bir üst rütbeliye göstermiş olmalı ki, “Buyurun, siz de girebilirsiniz,” içeri girdim, sevk işlemlerini tamamladım. Bu arada, Merhum, Osman Dündar, içeri girmek için hamle yaptı, askerler “Dur,” işareti yaptılar, duraksadı, askerlere cebinden çıkardığı küçük bir hüvviyeti gösterdi, selam durup, içeri girmesini kolaylaştırdılar. Yanımızdaydı. Sevk işlemleri tamamlandı, dışarı çıktık, kapının önünde, Beyağabeyin otomobili, biraz uzakta, Üsküdar Emniyet Âmirliği’ne aid Ekip Arabası… Israrla Beyağabey’e, Antalya’ya kadar kendisine refakat etmem için izin vermesini istememe rağmen, “Hayır! Biz nasıl olsa gideceğiz, gitmek mecburiyetindeyiz. Senin burada, Merkez’de, Pây-i Taht’da, kalman, hizmetlerin, hele hele benim bulunmadığım bir devirde, aksamadan-aksatılmadan devam etmesi ettirilmesi büyük bir ehemmiyyet arz’etmektedir.” buyurdular, yapılacak bir şey yoktu...

Gözyaşlarıyla uğurladık, Beyağabey’in gözleri de dolu doluydu. Büyük bir azim ve tevekkül ile, ne olacağı belli olmayan, akibeti meçhûl bir istikamete doğru, yola revan oldu.

Burada, Tarih’e not düşmek için, iki hususu anlatmam lazım. Antalya Da’vası, hikayesi içinde kendisinin de yer bulduğu, Osman Dündar kimdi? Yıl 1967, askerlik vazifemi deruhte etmek üzere, İzmir’deydim. İzinli olarak İstanbul’a gelmiştim ve Çamlıca’da Ziyarethane’de kalıyordum. Öğle vaktine doğru, Beyağabey Köşk’ten Ziyarethane’ye indiler, “Mustafa! Bu akşam için herhangi birisine veya herhangi bir yere sözün var mı?” buyurdular. “Hayır! Hiç bir kimseye veya herhangi bir yere sözüm, yok. Hem sonra olsa bile ne kıymeti harbiyesi olabilir, ben, her şartta emrinizdeyim,” dedim. Sık kullanırdı, “Pekâlâ!” dedikten sonra, “Öyleyse ikindiye doğru burada bulun, Akşam bir yere da’vetliyiz, beraber gideriz.,” Akşama doğru, Merhum, Hüseyin Kâmil Denizolgun Ağabey’in kullandığı bir otomobil ile, Çamlıca’dan hareketle, Rumeli tarafına geçtik. Kocamustafapaşa’da iki katlı bir evin önünde durduk. Merdiven altında, uzun boylu, şişmanca, şivesinden Karadenizli olduğu anlaşılan bir zat bizi tebessümle karşıladı. Salona geçildi, Beyağabey, “Mustafa! Osman Dündar Bey, aramıza yeni katılan Kardeş’lerimizden, yemek yenildi, çay içildi, akşam ve yatsı namazlarını Osman Dündar’ın evinde kıldık. Dönüş yolunda, sanki benim düşüncelerime vakıf olmuşcasına, “Kimdir, bu zât, müktesebatı nedir, bize nasıl bu kadar yakın olmuştur? Zihnimdeki bu suallere cevap verircesine, “Hüseyin’i tanımış, (Hüseyin Kaplan’ı kasdediyor) Gedikpaşa’da esnaf’danmış, Bayezid Camii’nde Hüseyin’in va’az’larını dinlemiş, böylece bizi bulmuş...

Bir yılı askerlik hizmeti, bir yılı da Tedris hizmeti olmak üzere, İzmir’de iki yıl daha kaldıktan sonra, İstanbul’a döndüğümde, artık Osman Dündar her yerde… Beyağabey’in yurtdışı seyahatlerinde, uğurlama ve karşılama’da hiç eksik kalmıyor, Beyağabey, İstanbul’da bulunduğu günlerde, hatta Köşk’te rahatsız olduğu ve ani bir şekilde bir başka yere misafirliğe gittiği geceler de bile, Osman Dündar oğullarıyla birlikte hep Misafirhane’de...

Şimdi düşünüyorum da, İnzibat Merkezine girişte, asker’leri selâm’a durduran, hüvviyet, acaba hangi Devlet Kurum ve Kuruluşundan verilmişti?...

Hani, Beyağabey’in yerinin deşifre edildiği ve Üsküdar Emniyet Âmirliği’ne da’vet edildiği gün, İstanbul Emniyet Müdürü, Merhum Şükrü Balcı, “Muhbiri, haini siz kendi içinizden arayın!” demişti ya, Ben bunun peşini bırakmadım, Şükrü Bey’e: “Bu bizim için hayat-memat mes’ele’sidir. Mutlaka söylemelisiniz, yoksa bunun bir iftira olduğu, bünyenizdeki vakî’ bir za’fiyyeti başkalarına isnad töhmeti altında kalacaksınız. Deşifre, ifşa etmemek, yerinden etmemek kayıd ve şartıyla, yemin eder, daha da mühimmi, namus sözü verirsen, ancak söylerim,” dedi. “Kabûl, ama, benim de bir şartım var, başka hiç kimseye söylemem, fakat, günün birinde, Beyağabey, “Tahminin nedir, kim ihbar etmiş olabilir?”diye sorarsa, sizin bana koyduğunuz şartları kendisine hatırlatır ve doğruyu söylerim,” dedim. Mutabık kaldık, ve muhbir’in, hain’in ismini bana verdi. İmdi! Beş-altı yıl geriye gidelim, 1970’li yılların ortalarındayız. Gazete’ler ve Gazeteci’lerle alakalı büyük fitne zuhur etmiş, herkes kendi payına düşen benzinle, fitne ateşini harlıyor. Tam da bu günlerde, Ankara, Kırıkkale dolaylarından beş kişi, Tahtadan Truva atına bindirilip, İstanbul’a, Gazete ve Matbaa’da vazifelendirilmek üzere gönderiliyorlar. Kal’a’yı içeriden fethetmek, Gazete’leri, Gazeteci’leri za’fa uğratmak, Gazete’lerin ele geçirilmesi için pusuda bekleyenlere zemin hazırlamak için var güçleriyle çaba sarfediyorlar. Fakat, devrin İdarecisi, tecrübeli, müdebbir, bu hile ve desise’leri zamanında seziyor, Gazete’ler ile, Şirketi ve Matbaa Te’sislerini, maharetli bir şekilde ayırıyor, oyunu ta baştan bozuyor..

İhbar yapılıp, ihanet ortaya çıktığında, fısıltısı gazete’sinde hep başka isimler üzerinde duruldu. Çünkü, Beyağabey’in kaldığı yer, ev sahibiyle birlikte bilenlerin sayısı, bir elin parmakları kadardı. Bu bakımdan  bilenlerin her biri için, kocaman bir “Acabaaaa” suali varid idi.

Hazindir ki, muhbir, hain,(İ.U.) 2000 binli yılların ortalarında, Anadolu Yakası’nda bir Kız Yurdu’na idareci olarak vazifelendirilmiştir. Hatme iştirak için gittiğim bir yurtta, idarecinin odasında, namaz vaktini beklerken kendi aramızda sohbet ediyoruz. Bir de ne göreyim, içeriye bu mahut zât girmez mi? Bir de yurdun idarecisi olan hoca: “Bu gece Kardeş’lerimize, İ.U. Hoca’mız sohbet edecek demez mi? Ben bir hışımla kalktım, yurdun idarecisi, “hayrola Hocam! Bir şey mi oldu?” Sohbet hoca’nıza, “Merhum, Beyağabeyimizi niçin ve nasıl ihbar ettiğini de sorun da size anlatsın,” dedim ve yurdu terk’ettim...