ANTALYA DAVASI (3)

Bu telefon mükalemesinin üzerinden iki ve üç gün geçmişti. Uzun geçen günün akşamında, eve dönüş için hazırlık yaparken, yan binadan, Merhum Mehmed Aktekin Bey telefon etti. “Mustafa Bey, lütfen benim ikinci telefonumu bekleyiniz, diğer arkadaşlara hissettirmeyiniz,” dedi. Mehmed Arıkan Hoca’mız ve Mustafa Cerid Kardeşimizle aynı muhitte, Erenköy’de oturduğumuz için, zaman zaman, tek otomobil ile dönerdik. O akşam da aynı otomobil ile beraber dönecektik. Arkadaşlarım ısrarla “çıkalım” diyorlardı, ben herhangi bir sebep gösteremiyor, “Baskı, tiraj ve net satış raporlarını tetkik etmem lazım, siz çıkabilirsiniz,” dedim, kendilerini uğurladım, bir nev’i savdım. Saat 21.00 sularında Mehmed Aktekin Bey, “Mustafa Bey, aşağıya inebilirsiniz” indim, Afyonlu, Halid Şehribanoğlu’nun lüks otomobili kapının önünde, sürücü koltuğunda, Afyon’lu, Halid Şehribanoğlu, sağ ön koltukta, Merhum Mehmed Aktekin, arkada, İsmail Uğurlu oturuyor. -İsmail Uğurlu, o devirde faaliyet gösteren Ortadoğu İnşaat Şirketi’nin sahiplerinden, 1979 yılı içinde, İstanbul, Beylikdüzü’nde kuracakları Uydukent’in temeli, benim de hazır bulunduğum, muhteşem bir merasimle devrin Başbakanı, Süleyman Demirel tarafından atılmıştı. İsmail Uğurlu bu Uydukent’deki dükkan ve dairelerin satışı için, Almanya’ya gitmiş, orada bulunduğu süre içinde Beyağabey ile karşılaşmış, görüşme talebinde bulunmuş, orada müsaid olmadığı için bir görüşme yapılamamış, Türkiye’de görüşmek için mutabık kalınmış, hava meydanında karşılama talebi kendisinden gelmiş ve kabul edilmiş, arabada bulunma sebebi bu,- ben de arkada boş olan koltuğa oturdum, araba hareket etti. Sultanahmed, Çatladıkapı, sahilyolu, Florya istikametine doğru hızla ilerliyoruz, fakat halâ, bana bir şey söylenmedi. Taâ ki, Yeşilyurt kavşağından, Yeşilköy Hava Limanı kavşağına sapıldığında, Yeşilköy Hava Limanı’na gittiğimizi anladım. Belli ki, olağanüstü haller ve şartlarda bulunduğumuz için, kimseye haber verilmemiş, bendenize bile son anda bilgi verilmesi ta’limatı verilmişti. Fakat o da ne!? Hava Meydanı’na ulaştığımızda, Dış Hatlar Geliş Salonu’nda, Merhum Osman Dündar ve oğullarıyla Merhum, Kamil Ağabey, Hüseyin Kâmil Denizolgun da oradalar Beyağabeyi bekliyorlar. Sonradan öğrendiğime göre, Beyağabey, beni karşılamak için, otomobil’i kullanacak Halid Şehribanoğlu, Mehmed Aktekin, İsmail Uğurlu ve Mustafa Akkoca’dan başka kimseye haber verilmesin, hatta, Yeşilköy Hava Limanı’na ulaşıncaya kadar, her üç şahsa da nereye gidildiğini söyleme,” ta’limatı verilmiş olmasına rağmen, Kâmil Denizolgun Ağabey’e de Osman Dündar haber verdiğine göre, Osman Dündar’a Ağabey’in o gün ve o saate geleceğini kim haber vermişti? Ben veremezdim, Halid Şehribanoğlu ve İsmail Uğurlu da veremezdi, çünkü, hava meydanı’na ulaşıncaya kadar bizim de haberimiz yoktu. Öyleyse, tek bir ihtimal kalıyor, Mehmed Aktekin Bey’in haber vermiş olmasıdır. Nedeni, niçin’ine gelince de, Devrin Büyüğü’nün ve bizlerin nasıl bir abluka altında olduğumuzu göstermiyor mu?

Nihayet, Frankfurt Uçağı’nın hava limanı’na indiği anonsu yapıldı. Pasaport Polisi’ne Sarı Basın Kartımı gösterdim, Apron’a geçip uçağın yanaşmasını beklemeye başladım. Uçağın kapıları açıldı, Beyağabey’in yüzünde Yurdumuza dönmenin verdiği sürur ile tatlı bir tebessüm ve beşaret vardı. Uçağın merdivenlerinde beni görünce, sevinci, süruru daha da arttı ve “Buraya kadar nasıl geldin, Mübarek!?” diyerek takdirlerini ve memnuniyetlerini bildirdi.

Hava Meydanı’nda beklerken, Halid Şehribanoğlu ile, İsmail Uğurlu arasında şöyle bir diyalog   geçti; Halid Şehribanoğlu, tevakûşî bir tavırla, “Bey Ağabey’in, aslında, bize, vasıtaya ihtiyacı yok, istese direkt, Çamlıca’ya geçer-gider, “İsmail Uğurlu,” Bilmiyordum, Beyağabey’in Helikopteri mi var? Tabi’î dirki ,Mehmed Aktekin bendeniz, acı acı, tebessüm etmiştik.

O günlerde, şehrin bütün ana arterlerinde ve kavşaklarda çevirme olur, hüviyetler istenir, vasıtalar köşe bucak didik didik aranırdı. Yeşilköy’den Çamlıca’ya kadar hiç bir yerde çevrilmedik, aranmadık, sağ-salim, Ziyarethane’ye ulaştık. Uzun bir geceydi, hepimiz yorgunduk, Beyağabey’in emir ve ta’limatını aldık ve ayrıldık...

Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı, herhangi kötü bir haber gelmiyordu. Artık,Selimiye Kışlası’na her gün değil, iki-üç günde bir uğruyor, bilgi alıyordum. Aylar sonra, Selimiye Kışla’sından, Başsavcı Merhum, Süleyman Takkeci’nin yardımcılarından, Havacı, Hukukçu, Tahir Binbaşı, telefonda, Merhum Büyüğümüz, Beyağabeyimiz, Kemal Kacar’ın, Antalya Sıkıyönetim Tâlî Komutanlığı tarafından arandığını ve Sıkıyönetim Eşgüdüm (koordinasyon) Merkezi tarafından bütün Sıkıyönetim Komutanlıklarına da bildirildiğini söyledi.

Vaziyet vehamet kesbetmişti. Derhal, o devirdeki Beyağabey’in naibi durumundaki Hüseyin Kumaş Hoca’yı aradım. Bir dizi iştişare’den sonra, Ağabey’in bir müddet gaygûbete çekilmesi kararlaştırıldı. Bunun için alakalı mercî’lerle benim temasa geçmem de ayrıca kararlaştırıldı.

Sıkıyönetim’ in ilk günlerinde, operasyonlar yarısı asker, yarısı sivil me’murların iştirakiyle yapılıyordu. Bir müddet sonra asker aslî vazife’lerine döndüler, operasyonların sıklet merkezi yeniden İstanbul  Emniyet Müdürlüğü, alakalı şubelere geçti. Filhakîka, Sıkıyönetim ilân edildiği andan i’tibaren, sivil otorite, doğrudan Sıkıyönetim Komutanlığı’nın emrine geçer.

İlk olarak Selimiye Kışlasındaki 1.Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı Başsavcısı, Süleyman Takkeci ile görüştüm, “Biz ilgili evrakı tutarız, bizden bir operasyon gelmez, bence siz İstanbul Emniyet Müdürlüğü ile görüşün, zaman zaman, bizim bilgimizin dışında da onlara evrak gelir ve operasyon yapabilirler,” dedi.

Devrin İstanbul Emniyet Müdürü, Merhum Şükrü Balcı ile uzun yıllar öncesine dayanan müte’ârefem vardı. Kendisi, Sakarya’da Trafik Şube Müdürü olduğu yıllar’da, sık sık, Beyağabey’in Güneş Kiremit ve Toprak Mamulleri Fabrikasına gelir, sohbet edilir, çay içilir, yemek yenilirdi. Beyağabey’in Sürücü Belgesi’ni, Beyağabey, imtihan ve diğer muamele’ler için zahmet buyurmasın, ben hazırlatır, bizzat kendisine takdim ederim,” demişti ve öyle de yapmıştı. İstanbul’a geldi ve 1.Şube’ye, (Siyâsî) müdür olmuştu. Burada müdürken, Dördüncü Şube, Pasaport Şubesi Müdürü, Merhume Nuran Sayın Hanımefendi’ydi. Her ikisine de nazım geçtiği için, o yıllarda müracaat tarihinden i’tibaren ancak altı ay sonra pasaport veriliyorken, Beyağabey ve Sultan Ablamız, Bedia Ablamız için bir günde pasaport almıştım.

İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı’dan randevu aldım, gittim görüştüm. “Muhterem Müdürüm, bildiğiniz gibi olağanüstü haller ve şartların cari olduğu çok nazik bir dönemdeyiz. Her şey her an değişebilir, Antalya C.Savcılığı takipsizlik kararı verebilir, mahkemeler, berâ’et veya gayrimevkûf muhakeme kararları verebilirler. Bizim zamana ihtiyacımız var. Bir müddet bizi görmeyiniz, duymayınız, bizden haberdar olmayınız. Ama, biz sizi hiçbir zaman müşkil durumda bırakmayız.! Her ne zaman isterseniz, en geç iki saat içinde istediğiniz yerde bulundururuz,”dedim. “Açık, net ve samimî konuştunuz, herhangi bir durumda bizi müşkil bir vaziyette koymayacağınıza ben de eminim,” dedi.

Ben, ayrılmak için kendisinden izin istediğimde, “Bir dakîka,” dedikten sonra, Özel Kalemine “Beni Üsküdar Emniyet Âmirimiz, Dursun Bey’e bağlayınız,” ta’limatını verdi ve benim de duyabileceğim şekilde, “Dursun Bey! Kemal Bey şu andan i’tibaren bizim misafirimizdir, hangi makamdan ve ne tür bir ta’limat, emir ve talep gelirse gelsin, benim bilgim olmadan hiç bir işlem yapılmayacaktır,” dedi. Kendisine bir kere daha teşekkür ettim, veda ettim.

Böylece, takribî, yedi kadar devam edecek gaybûbet hali başlamış oldu. Nerede olduğunu ancak, bir-kaç kişi biliyorduk. Telefonla görüşmüyor, bulunduğu yerle gitmiyor, emir ve ta’limatını aracılar vasıtasıyla alıyorduk.