YÖK Başkanı tedbir alınması gereken önemli bir konuyu dile getirdi: "Ülkemizde yetiştirilen domates ve buğday tohumlarının büyük bir kısmı yerli olmadığı için ABD ve İsrail’den geliyor. Sonunun ne olacağı da belli değil. Domates tohumunu alıyorsunuz, artık genetik programlama diye bir şey var, içine bilmediğiniz bir genetik mekanizma yerleştirirler, hiç bilmediğimiz hastalıklara kapılabiliriz. Böyle şeylerle zamanla bir milleti yok edebilirsiniz. Öyle şeyler yaparlar ki, 20 yıl içinde o tohumdan yiyen insanlar ölür. Böyle tehlikeler de var. Üniversitelerin bu konuda bize yardım etmesini istiyoruz." Sayın başkanımızın bu sözlerini haberlerden dinlediğim andan itibaren iki uç nokta arasında gidip geliyorum: Birincisi, YÖK bünyesindeki ziraat fakülteleri, akademik kadro, öğrenciler, mezunlar ile ülkemizde tarımla ilgili bakanlık, TZDK benzeri kuruluş çalışanlarını dikkate aldığınızda İsrail nüfusu ile mukayese edilecek bir tarım uzman ordusu karşımıza çıkar. Bu kurum ve kuruluşlara tahsis edilen arazi, bina ve laboratuarlar da İsrail’in ülkesi ile karşılaştırılabilir. Bu gerçek ortada iken Türkiye’nin İsrail’den tohum ithal etmesindeki sorumlular arasında üniversiteler, dolayısıyla YÖK de vardır. Sayın YÖK başkanımız misafir gibi uyaracak bir konumda değildir. Hususi komisyonlar oluşturup, kadro, laboratuar, arazi ve alet-edevat için gerekli bütçe sorunlarını çözüp, hükümet ve özel kuruluşlarla işbirliğini yönetmesi/yönlendirmesi gereken bir pozisyondadır. Konunun tarımsal üretim yanında iktisat, tıp, işletme, teknoloji boyutları dikkate alındığında bunu çözmesi için gerekli teşvik, planlama, koordinasyon işlemlerinin birinci derecede yetkili ve sorumlusudur. İkinci nokta ise, YÖK başkanımız tehlikeye karşı gerekli araştırmaları yönlendirmiş, teşvikleri organize etmiş, tedbirleri almaya başlamış olabilir. Fakat toplumda ve yönetimde büyük bir umursamazlık vardır. Ancak böyle bir komplovari ikazla konu ülke gündemine taşınabilir ki gerçekten medya bunu birinci haber olarak vermiştir. Öncelikle İsrail veya ABD de her ülke gibi dış politikasında (buna dış ticaret de dahil olabilir) kendi çıkarlarını ön plana alma hakkına sahiptir. Türk insanında çeşitli hastalıklara sebep olan domates tohumunu, İsrailli üretici sırf daha fazla kâr etmek için geliştirmiş olabilir. Yorumları okurken mısır ithalatımızın önemli bir kısmının Arjantin’den yapıldığını ve bunların da tehlikeli GDO’lu tohumlardan üretildiğini öğrendim. İsrail veya ABD ile birçok konuda dış politikamız çatışmakta, ancak Arjantin ile ciddi sorunumuz yok. Bununla beraber Arjantinli üretici daha fazla kâr için bunu üretmekte, mesela Almanya’ya girişi yasaklanmış olan mısırı bize kolayca satabilmektedir. Öte yandan yiyecek ve içeceklerle hedef ülke halkının biyolojik varlığını kötüleştirme, neslini kurutma, kanser vb hastalıkları yayma gibi yöntemler bugüne kadar birçok ülke tarafından kullanılmış ve kullanılmaktadır. Biyolojik savaş veya biyolojik emperyalizm boyutundaki program ve faaliyetlerin birçok örneği vardır, bundan sonra da olmaması mümkün değildir. Bunları komplo teorisi diye nitelemek en azından büyük cehalettir. Bütün bu gerçekler ışığında bana göre asıl dikkat çekilmesi, tartışılması gereken iktisadi boyut, yani ekonomik emperyalizmdir. IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri, yöneticilerin basiretsiz politikaları ile Türkiye’de tarım ve hayvancılığın can çekişir hale gelmesinin sebeplerini gözden geçirip, işe buradan başlamalıyız. Sorun domates ve buğday tohumu ithalatından ibaret değildir. Edirne’den Van’a kadar tarlalar boş kaldığı, ürünler pazara ulaşamadığı, ürün satıldığında masraflar karşılanmadığı, köylülerin arazilerinin büyük bir kısmına bankalarca haciz konulduğu bu dönemde, mesela AB’nin tarım politikasına göz atarak büyük yanlışlarımızı görebiliriz. Üreticinin başta mazot olmak üzere girdi ve kredi fiyatlarının dünyada benzeri olmayan şekilde vergilendirilip pahalı hale getirilmesi, sorunun temelini teşkil etmektedir. İthalata izin verilen sektörün acil tedbirler alınmadığı takdirde çökeceği aşikârdır. Bugün buğday, mısır, tütün, şeker, et, bal gibi ülkemizin birkaç katı nüfusu besleyecek üretim imkanlarımız olan ürünleri ithal etmemiz, sadece YÖK başkanının değil sorumluluk mevkiindeki herkesin kendi alanında seferberlik ilan etmesini zorunlu kılmaktadır. Mesela domates ithalatının yakın olduğunu ilgililer haykırmaktadır. Belirtmek gerekir ki dışarıdan bir dolara aldığımız ürün içeride iki dolar da olsa içerideki daha ucuzdur. Çünkü ödenen her doların ülkeye ilave maliyeti vardır. İçeride çiftçiye ödenen her kuruş devlet için birçok gelir kaynağı olarak geri dönerken, yine bütçenin birçok kalemlerinde tasarrufa yol açmaktadır. Bunlara ilaveten üretim dinamizminin gelişmesi ile toplum her yönüyle daha sağlıklı hale gelecektir. Dışarıya ödenen paranın böyle etkileri yoktur. Benzeri olmayan iklim ve üretim imkânlarına sahip ülkemizde üretim engelleri ortadan kaldırılıp tohumundan ilacına kadar her türlü tarım ve hayvancılık ürünlerini kendimiz ürettiğimizde sözkonusu biyolojik savaş tehlikesi de kendiliğinden ortadan kalkacaktır.