Her gün gittiğim Kovanağzı’na yolculuk bu defa nedense bir garip başlamıştı…. Zamana yolculuk yapar gibiydim. Ahmet Özcan Caddesinde itfaiye kavşağına varıp sola sapınca altgeçidi çıkarken sanki Yem Fabrikasına giriverdim! Sağ tarafta uçsuz bucaksız Etbalık Kurumu arazisi, karşıda da Kovanağzı Ekmek Fabrikası olmalıydı. İstanbul’un, Ankara’nın devasa sitelerini andıran bu binalar ne ara konduruluverdi buralara?

Zamanında şehrin en uzun arterlerinden olan Çakılharmanlar Caddesi kısım kısım isim değiştirerek kısalmış gibiydi.  Neyse ki adres tariflerinin mihenk noktası Kömürcü Camii ve az ötede bakkallık devri biteli yıllar olsa da yeşil boyalı Uslu Bakkal dükkânı duruyordu halen. Biz ‘Karalılar’ diyorduk ama belediyecilerin ‘Karaaliler’ diye bir tabela astığı, mahallenin en ıssız caddesine dönüp Taşçılar Camiini geçerek Biga Sokak girişine gelince olabildiğince yavaşlıyorum. Rahmetli Habip ağanın yarı kuru pelit ağacı yıllara meydan okurcasına halen ayakta olsa da bahçenin tuğla duvarı zamana direnememişti. Şu sağ tarafta uzun uzadıya yarı eğik bir kerpiç duvar vardı ve dallarını hoyratça yola uzatan can erik ağacı baharda yemyeşil çağlaya, yaz gelince de kıpkızıl meyveye dururdu. Şimdi önünde kale gibi soğuk beton duvar örülü… Denizköyü Sokakla kesişme noktasında sol taraf iğde ağaçlarıyla bezeliydi ve çiçekler açtığında gelip geçenin ciğerleri iğde kokusuyla dolardı.

Kaldırıma oturmuş ezan bekleyen mahallenin en eskilerinden Selman teyze, yavaşlayan arabadan kimin ineceğini seçebilmek için dikkat kesiliyor. Sağ elini gözlerinin üstüne siperlik yapıp geleni iyice keşfedince yaşına inat bir çeviklikte yerinden fırlıyor. Bu kadar heyecanlı olduğuna göre diyecekleri olmalıydı. Yolun ortasında yüz yüze gelince eliyle omuz uçlarımı kavrayıp “Hay Mustavam, yolumuzu kapadıkodular, gördün mü?” derken siması hüzün doluyor. “Hayrola, su borusu mu patlamış?” diye sorunca “Ne borusu olsun hay canım!” diyor. Kolumdan tutup üç-beş adım ileri götürdükten sonra sokağın öteki ucunu işaret ediyor, “Bak hele, adamlar yolun ortasına duvar çekekodular. Nereye nasıl gideceğimizi bilemedik.”

Allah Allah; gerçekten de yolun iki yakasında ayrı şahıslara ait dikey beton duvarların bir bölümü yıkılmış, sonra da sokağı kapatan bir yatay duvar inşa edilmişti. Anlaşılan, bir zamandır duraksayan kentsel dönüşüm faaliyetleri hareketleniyordu. “Sabah bakkala gitmeye çıktım, yolda duvar olunca gidemedim. Şu tarafta oturan bir kadın sağlık ocağına gidiyormuş ama ne bilsin yola duvar yapıldığını; zavallı geri döndü gitti. Arabalar yol var diye gelip geri dönüyor. Yarın pazara gidilecek, nöğürecez bilemedim!”

Selman teyze anlatırken taze duvara kadar uzayıp giden asfalt gözümde adeta kabuk değiştirip iki bahçenin de kenarındaki beton duvarlar silinerek mekân aslına rücu etti. Şimdi yol olan ve üzerine duvar yapılan yerde kenarı toprak yükseltili ve coşkun otlarla örülü bir ırmak oluşuverdi hayalimde. Alfabenin son sırasındaki x-v-y-z kuşakları bilmese de sokağın aslı da öyleydi zaten! Burada o iki bahçeyi birbirinden ayırarak gelen ve Denizköyü sokağına kıvrılıp giderken mahallenin bahçelerini sulayan bir ırmak vardı. Selbasan Çayından beslenirdi ve içinde kurbağalar vırraklar, kenarında pelit ağacından beslenen sincaplar seke seke koşardı. Balık bilmeyen bazı çocuklar suda yüzen sülükleri balık zanneder; şaka değil, bazen de minnacık balık yavruları suyla akar gelirdi. 

Fakat günün birinde o büyük bahçe sahiplerinden birinin teşviki ile mahallenin öte yakasındaki bazı komşular elbirliğiyle ırmağın anını içine devirerek kapattılar. Önceleri susuzluk korkusuna kapılan bizim yakadaki komşular durumu belediyeye aksettirince bir kepçe gelip ırmağı açsa da o gece yine küreklerle kapatıldı. İstişarelerden sonra komşular bahçelerini bizim kuyudan sulamaya karar verip ırmağın peşine düşmekten vazgeçti. Zamanla durumu belediye de kabullenip aslı ırmak olan yeri Biga Sokağın devamı yapmış, su borusu, kanalizasyon hattı döşeyip üzerine asfalt kaplamıştı.

Gözümde canlanan 45 yıl önceki ırmaklı sokağı bir süre seyrettikten sonra Selman teyze ile gözlerimiz birbirine değince “Burası zaten yol değildi ama duvar aslına da rücu ettirmemişler” diyorum. “Yaa… Burada nasıl güzel bir ırmak vardı da herkes bahçesini sulardı değil mi? diyor ve başlıyor eski komşuluklardan, rahmetli annemle olan arkadaşlıklarından anlatmaya…

“Az kaldık hay kuzum, bir ben bir de Şerif’ten başka herkes gitti” diyor; “Bak burada Ayşe abla, Fatma, Sait, şurada Şerif abla, Fadim abla, Mevlit ağa, öte yanda Kadriye abla, Firdevs, Dudu, Ali ağa, Seyit Mehmet Ağa, Hatice, Miyase abla, Durmuş ağa, Duran ağa, Hasan ağa, Muhsine… Daha hangisini sayayım, kimse kalmadı hay kuzum. Adamlar gitti de şimdi evleri de gidiyor.”

Selman teyzenin duvarı geçemediği için bakkala gidemediğine bakmayın. Zaten buralarda makkal makkal da yoktu. Ne otobüs geçerdi buralardan ne de evlerde su akardı. Ne kanalizasyonumuz ne de asfaltımız vardı. Yazın toz, kışın balçık olurdu yollarımız. Hele bir de kesintisiz yağmur yağar veya Selbasan çayı taşarsa… Dört duvar evlerimiz, bir de kapısı komşulara her daim açık bizler vardık. Çelik çomak oynamak kolaydı, çünkü yolun her tarafı çukurdu. Zor olan, ellikler bozuk zeminde iyi gitmediği için gazoz kapağı ve bilye oynamaktı. Çünkü bizim bilgisayarlarımız, tabletlerimiz, oyun konsollarımız değil, kendi yaptığımız billalı arabalarımız, marketten satın aldığımız renkli uçurtmalarımız değil, naylon eskilerini kamışlara dolayarak yaptığımız yüzde yüz kendi mamulümüz uçurtmalarımız vardı. Sonra mahalleye tek tük otobüs gelmeye başladı. Ardından su boruları döşenip evlere su verildi. Kanalizasyon yapılıncaya kadar da sokaklar asfaltlanmamıştı. Görünüşe göre mahallenin eksikleri bir bir tamamlanıyor gibiydi derken önce oyuncaklar sonra çocuklar gitti. Bir de baktık ki fark ettirmeden büyük adamlar da birer birer atlarına binip gidiyor. Şimdi görünen sıra evlere gelmişti.