Diyanet İşleri Başkanlığı; halkın dini konularda doğru bilgilendirilmesi, dinin siyasetin dışında tutulabilmesi, din hizmetlerinin belli bir grup eline verilmeden tek elden yürütülmesi ve din istismarının önlenmesi amacı ile kurulmuş, kutsallığı ve kutsanmışlığı olmayan bir Cumhuriyet kurumudur. 

Cumhuriyeti kuran kadro toplumun inanç, ibadet ve ahlak konuları ile ilgili ihtiyacını karşılamayı kamusal bir ihtiyaç olarak görmüş, bu hizmetleri herkese eşit ve tatmin edici bir şekilde sunulabilmeyi ve bu alanın türedi ruhani lider, ruhban sınıfı veya tüzel kişiler eline geçmemesini hedeflemiştir.  

Ancak bugün görüyor ve biliyoruz ki Diyanet İşleri Başkanlığı, yukarıda yazılı kurucu değerlerden uzaklaşarak, Cumhuriyet Kurumu olma özelliğini yitirmiştir.

Çünkü verdiği fetvalarla akıl, mantık ve bilimin değil geleneksel bakışın temsilcisi gibi davranmıştır.

Çünkü dinin siyaset eli ile millet ve devlet işlerine müdahalesine, dinen cevaz verilmeyen ulema kimliğini sahip çıkarak ortak olmuştur.

Cumhuriyetimiz, mevcut iktidar ile demokratik, laik hukuk devleti yapısından gayri resmi ama bir realite olarak ılımlı İslam rol modeline uygun, muhafazakâr bir yapıya hızla dönüşmektedir.

Cumhuriyetin Ulus devlet inşasına karşı; Neo Osmanlıcılık üzerinden yeni bir toplum tasarımı yaratmak isteyen iktidar, DİB’in faaliyet alanını selefi ve batıni yapılar için uygun bir yaşam alanı haline getirmiştir.

Diyanet, ilahi hükümlerin açıklanmasında ve sosyal hayata ait yaklaşımlarında kendi hükümranlık alanını paylaştığı tarikatların ve cemaatlerin tepkisini hesaplamak zorunda kalmıştır.

Bugün her biri birer FETÖ adayı olan, otuz farklı tarikat ve dört yüz cemaat halinde örgütlenen gerici yapıların iman, inanç ve ahlak alandaki ağırlığı DİB dan daha fazladır.

12 Eylülden önce, diyanet imamı arkasında, Cumhuriyet imamı diyerek namaz kılmayı reddeden gericiler, şimdi nerede ise tüm minber, mihrap ve kürsüleri ele geçirmiştir.

Mevcut hâkim siyaset; İmam Hatipli liselerini arka bahçe olarak gören, millet tanımını ümmet üzerinden yapan, siyaset dilini dini semboller üzerinden kurgulayan, yani minareleri süngü, kubbeleri miğfer, camileri kışla, müminleri asker gören bir anlayışa sahiptir.

Dolayısı ile hukukun ve hiçbir kuralın işlemediği bu sistemde, hiçbir kurumun, ‘’Türk tipi’’ Cumhurbaşkanına rağmen hareket etmesi mümkün değildir.

Nasıl ki; vatandaşın vergileri ile var olan, temelde tarafsız olması gereken ve kanunlar ile görevleri belirlenmiş HSYK, YSK gibi yargı organları, Anadolu Ajansı, TRT, Merkez bankası gibi kurumlar Cumhurbaşkanının iradesi dışına çıkamıyorsa, kurum olma açısından en az diğerleri kadar kullanışlı olan DİB’ de bağımsız ve tarafsız olmasını beklememek gerekir.

Diyanet İşleri Başkanı, fesli meczup Kadir Mısıroğlu’na yaptığı resmi ziyareti ile bunu açıkça ve çekinmeden göstermiştir.

Vatikan gibi şirketleşmiş, zenginleşmiş binlerce kadroyu yöneten, diğer bakanlıklara da personel kaynağı yaratan DİB’in bu imkânlarından vazgeçmesini beklemek de gerçekçi değildir. 

Kısacası Diyanet İşleri Başkanlığı siyasetin emrindedir ve ona göre davranmaktadır.

Bu uzun girişten sonra konuya gelirsek;

Diyanet İşleri Başkanlığı 30 Ağustos’ta Zafer Bayramına denk gelen, cuma hutbesinde yine Atatürk’ün adını anmadı. Daha önce 18 Mart Çanakkale zaferi, 10 Kasım Atatürk’ü anma etkinliklerinde ve de diğer ulusal günlerde olduğu gibi.

Siyaset üstü olmayı beceremeyen DİB’nın, ne şiş yansın, ne kebap yansın minvalinden orta yolcu söylemli hutbesi haklı olarak tepki aldı. Diyanetin farklı dergilerinde Büyük Taarruzdan ve Atatürk’ten bahsedilmesi bile bu tepkiyi azaltmadı. Çünkü hutbe inanlara bir öğreti olması itibari ile halkımızın nezdinde özel bir yere sahiptir.

Değerli okurlarım; sakın bu sebeple benimde DİB’na hiddetlendiğimi ve sitem edeceğimi zannetmesinler. Üzülmediğimden değil değmeyeceğinden. Ama eleştiri hakkımı da tabi ki kullanacağım

Bizim, bu vatan topraklarında özgürce yaşamamızı, kutsal kitabımızı kendi dilimizde okuyup anlamamızı, beş vakit ezanın minarelerde yankılanmasını sağlayan Atatürk’e, siyasallaşmış DİB’nın hutbesinde birkaç kelime ayırmasını ummayı, dilemeyi, beklemeyi, hatta sitem etmeyi inandığım her değere hakaret sayarım.

Hele hele Atatürk’ün ne kadar dindar olduğunu veya onun dinsiz olmadığını gösterme gayretine girmeyi de Atatürk’e ve onun düşüncelerine ihanet kabul ederim.

 Bugün tartışmalara sebep olan hutbenin dilini, 24 Kasım 1924 de Arapçadan Türkçeye çevirttiren Atatürk diyor ki;

’Hutbe demek halka seslenmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin anlamı budur. Hutbe denildiği zaman bundan birtakım kavram ve anlamlar çıkarılmamalıdır. Halkı, genel durumdan haberdar etmek son derecede önemlidir. Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın beyni çalışma halinde bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir dilde olması ve onların da bugünkü gerek ve gereksinimlerimize değinmemesi, halife ve padişah adını taşıyan zorbaların arkasından köle gibi gitmeye zorlamak içindi. Hutbeden amaç, halkın aydınlanması ve doğru yolun gösterilmesidir; başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hattâ bin yıl evvelki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve dalgınlık içinde bırakmak demektir. Hutbe okuyanların herhalde halkın kullandığı dille görüşmesi gereklidir. Geçen yıl Millet Meclisi’nde söylediğim bir söylevde demiştim ki: "Minberler, halkın beyinleri, vicdanları için bir verim kaynağı, bir ışık kaynağı olmuştur." Böyle olabilmek için minberlerden yansıyacak sözlerin bilinmesi ve anlaşılması, teknik ve bilim gerçeklerine uygun olması gerekir. Hutbe okuyanların, siyasî durumu, toplumsal ve uygar durumu her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış öğretilmiş olur. Bu nedenle hutbeler tamamen Türkçe ve zamanın gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır’’.1923 (Atatürk’ün S.D. 11, s. 95-96)

Yıllarca iktidarlarının gücünü göstermek adına sultanlar, halifeler adına okunan hutbe bu gün Cumhuriyet hükümeti ve millet adına okunuyorsa, Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının manevi varlığına saygı gösterilmesini DİB’den beklemek ve hesabını sormak başta mütedeyyin yurttaşlar olmak üzere tüm Türk halkına düşer.  

Tekrar belirtmem gerekirse ben DİB’ den; ne Atamız için, nede Cumhuriyetin kurucu kadroları için asla bir dua beklentisi içinde değilim, gereklide bulmuyorum.

Ben camideki imamın ağzının içinde yuvarlayarak, gırtlak nameleri ile okuyacağı bir Fatiha, üç ihlas suresinden çok, samimi inanç sahibi yurttaşların, gönüllerinden edecekleri bir dua veya ‘’Allah razı olsun’’ dileğine, vasıflarından biriside ‘’Adil’’ olan Tanrı’nın daha çok itibar ve kabul göstereceğine inanıyorum. Sağlıkla kalın.