Söz çatala, çatal dile, dil yılana, yılan yalana, yalan da koskocaman bir dünyaya dönüştü zamanla.       

Yaşadığına inanıyorsan

Sevdiğine

Sevebileceğine

Ve daima seveceğine

Gözlerin hep doluyorsa mutlulukla

Ve gözyaşların pınarlarından akıyorsa yavaşça

Usulca, okşarcasına tenini;

Ve sonra uzanıyorsa damla 

Yüreğine

İşte bu… Bütün mesele.

Yeşil, sulu ve ekşi elmaya dadanmış kambur kurdun edasıyla bakabilmek hayata. Hem sevimli, hem ürkütücü değil mi? Hayat gibi... 

Evet. Yorgunuz. Çünkü hayatın içinde sevgi ile boğuşuyoruz. Kendimizle boğuşuyoruz. Eşimizle, dostumuzla, tanıdıklarımızla, tanımadıklarımızla, saydıklarımızla, saymadıklarımızla, sevdiklerimiz ve sevmediklerimizle… Bu örneği uzatmak pek tabii mümkün.  Hayat ile boğuşmak. Sorgulamak gerek. Boğuşmaktan bitap düşmek yerine sevmekten, sevişmekten bitap düşmek çok daha eğlenceli ve yapıcı değil mi? Bu sayfada zincirleri kıracağımızdan söz etmiştim. Sesimizi daha doğrusu iç sesimizi duyurmaktan söz etmiştim. Çünkü sesi herkes çıkartır. Maksat iç sesini duyurabilmek. İç sesimiz çoğu kez bizimle çatışır ve beyin kıvrımları ile yürek yangınları arasına, metali eriterek döşediği demir raylar üzerinde gider gelir. Gider gelir. Tıpkı bir sarkaç gibi. Sonu gelmeyen bir döngü içerisine hapsolur. Bu sayfa sizin! İç sesinizi duyurabileceğiniz, beyin kıvrımları ile yüreğin iş birliği sonucunda, yeryüzüne yâda gökyüzüne sunacağı armağanları alıyoruz. Almaya da devam edeceğiz. Çünkü asıl hediye sizsiniz bu evrene.

Boşluğu doldurabilecek en güzel şeymişsin. Bunu boşlukta yüzerken anladım. Boşlukta yüzen adam; sana hediyem olsun,

Kollarını daha da gererek açtı, yere paralel getirdiği anda havaya sabitledi. Gözlerini sımsıkı kapayıp, rüzgârın sesini dinlemeye başladı. İnce bedenini yay gibi gerip, hafif arkaya doğru eğdi. Dengesini rüzgâr bozmaya çalıştıkça daha da gerildi, gerindi... Bir süre sonra kaslarındaki acıyı hissetmemeye, yerine acıyla karışık tarifsiz bir haz almaya başladı. Bedenine dik duran kollarının uyuşmasına aldırış etmeden rüzgârı dinlemeye devam etti. Ruhu bulunduğu yerden uzaklaşmış, bilmediği bir yere doğru yolculuğa çıkmıştı.

Adımları arka arkaya gitmeye başlayınca ilerlemediğini, geriye doğru gittiğini fark etti. İlk noktadan uzaklaştıkça havada asılı bekleyen yaydan adama kısık gözlerle baktı ve fısıldayarak

“döneceğim” dedi.

Çıplak bedenine aldırış etmeden ve rüzgârdan etkilenmeden, üşümeden, korkmadan, utanmadan uzaklaştı. Yaydan adamı kontrol etmek için ardına bir kez daha baktı ve gitti.

Ters adımlarla geriye doğru giderken, ardında bıraktıklarıyla karşılaşmaya başladı. En son bu sabah eşiyle kavga etmişti ve hatanın büyük çoğunluğu karısındaydı. Onunla karşılaştı. Çıplak bedeni ürperdi. Tartıştıkları mevzunun ne kadar gereksiz olduğunu karısının yüzüne kusmak istediyse de bedeninin geçersizliği karşısında kahroldu. Karısına karşı olan zaafı yüzünden hep susmuş, yutkunmuştu. Haklı bile olsa karısı mutlu olsun diye haksız konuma düşmekten çekinmemişti hiçbir zaman. Kaprislerine yenik düşmüştü. Aşkı için gururunu örseletmekten gocunmamıştı. Yapacak bir şey yok, bir dahaki sefere telafi ederim, yeter ki karım mutlu olsun diye söz verdi. Ve uzaklaşırken haksız olan karısı olsa da “özür” diledi.

Bedenindeki gözeneklerin, çıplaklığın ve rüzgârın etkisiyle açılmaya başladığını ve nefes aldığını hissetti. Yürüdükçe daha da hafiflemeye, uçarmışçasına yere parmak uçlarını zorla değdirerek sekmeye başladı. Neler olup bittiğinin muhakemesini yapmak istemiyor, hiç bir şeyi sorgulamadan başına gelen bu bilinmedik durumun keyfini çıkarmak istiyordu.

Gözenekleri açıldıkça, var olduğunu anladıkça, yokluktan çokluğa doğru yön değiştirmeye başlayan pusulanın ibresine baktıkça yüzünde tebessüm oluşmaya başladı. Bu belirsiz surat ifadesinin ne anlama geldiğini bilmeden hayretle ve de korkusuzca gerisin geri yürümeye devam etti. Kendi bölgesinden uzaklaşmış, bildik ama bir o kadar da  yabancı yollarda çıplak bedeniyle sallana sallana yürüyordu. Yürüdükçe sarkan uzuvlarına keyifle bakıyordu. Ters istikamette giden insanların onu aldırış etmemesine o da aldırmıyor, çıplak bedenine arada dokunarak var olduğunu kendisine hatırlatıyordu.

Hafifleyen bedenine ağır gelen bir şeyler vardı. Arada ayaklarıyla yere sağlam basmaya çalışıyor, tökezleyince kendisini yerde buluyordu. Boş gözlerle etrafa gülücükler atan suratında ekşime olmuş, kaşları çatılmıştı. Düştüğü yerden kalkarken üzerine bulaşan çalı çırpıyı temizlemiş, çizilen yerlerindeki kanı silmişti. Tüm gözenekleri açıktı ama zor nefes alıyordu. Anlayamadığı, mana veremediği bu karartılı mevzunun bir an önce ortaya çıkmasını istiyordu.

Çalılıkların içine oturdu. Vücuduna batan taşa, toprağa aldırış etmeden düşünmeye başladı. Uzun zamandır kendi başına kalıp düşünmemişti. Yalnızlığın keyfini çıkarmak istiyor gibiydi. Tarifsiz bir keyifle düşünüyordu. Üstelik çıplaktı, koskocaman ormanda. Çıplak bir adam, çıplak düşünceleriyle karşısında çırılçıplak duran yalnızlığın keyfini çıkartıyordu. Hareketsizliğin içinde bir böceğin üzerine doğru geldiğini fark etti. İşaret parmağını başparmağının ortasına yerleştirip fiske yaparak böceği uzaklaştıracaktı ki son anda vaz geçti. Böcek önce hızlı sonra da ağırlaşan adımlarla bacağına çıkmaya çalıştı. İnce bacaklarıyla üzerinde gezinirken adamda önce tiksinti hissi uyandı, ardından da kendini minik böceğe teslim etti. İşaret parmağını yaklaştırıp üzerine çıkmasını sağladı. Böcek

başta sendeledi. Rotasını değiştirdi. Parmağıyla önüne set çekince direnemeyip parmağında buldu kendisini. Adam böceği kendi  göz hizasına getirdi, uzun uzun incelemeye başladı. Üzerindeki beneklere baktı. İçi tuhaf oldu, hafif midesi bulandı. Sert kabuğuna dokunmaya çalışınca, parmağından koluna doğru hızla ilerleyen böceği durdurmak için avucunun içine hapsetti.

Tekrar düşüncelere dalmak, yalnızlığın keyfine varmak istiyordu. Ama artık yalnız değildi. Ne saçma diye geçirdi içinden. Ufacık bir böceğin varlığından ne olur ki! Tekrar çalılıkların üzerine uzandı. Olmuyordu. Terleyen avucunun içinde sürekli dolanıyor, adamın düşünmesini engelliyordu. Çıplak bedenine yapışan çalılıkları bu defa temizlemeden kalktı. Öfkelenmişti. Böcek yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide duruyordu. Ne yapacağına karar vermeliydi. Hayatını bağışlayıp onu serbest bırakabilirdi. Böylelikle hem böcek yaşamaya devam edecekti, hem de adam rahatlıkla düşünebilecekti. Öfkesi, merhametine yenik mi düşecekti?

Geldiği yoldan tekrar dönerken, avcundaki böceğin tiksintisi, karışının tiksintisine karıştı. Karışıyla tartıştığı noktaya tekrar gelmişti. Bu defa bağışlanmak yerine bağışlayıp bağışlamayacağının muhakemesini yapmaya başladı. Karışının gözlerine baktığında az evvel hissettiklerinden bir nebze dahi kalmadığını fark etti. Yüreği boşalmıştı. Bedenindeki gözeneklerden sonra yüreği de nefes almaya başlamıştı. Özür dilemesini bekleyen karısının diktatör bakışlarına aldırmadan yanından sessizce geçti. En ufak bir sarsıntı yoktu yüreğinde. Sadece avucunun içi kaşınıyordu. Kendisini hatırlatan böceğe ne yapacağı konusunda  karar vermek için oradan uzaklaştı. Şaşkına dönen karısının ifadesiz bakışlarına aldırış etmeden yürümeye devam etti.

Bedeni daha da hafiflemişti. Rüzgârın sesini dinleyen, adamın yanına gitti. Yay gibi gergin bedeniyle, kollarını havaya kilitlemiş adamın içine tekrar girdi. “Döneceğimi söylemiştim” dedi. Bedenine dik duran kollarının uyuşmasına aldırış etmeden tekrar rüzgârın sesini gözlerini kapayarak dinlemeye başladı.

Rüzgâr dindiğinde kendisine gelen adam ellerinin açık olduğunu fark etti. Avucundaki böcek gitmişti. Sevinmişti. Öfkesinin kurbanı olup öldürmediği için mutlu olmuştu. Gözlerini tekrar kapayıp düşünmeye başladığında tek hatırladığı böceğin benekleriydi.

Jöle Kadınlar romanından/ 

Melda Zirek