Komünist manifestonun küçük bir kesidini, mini minnacık bir kalem darbesi ile değiştirip, “dünyanın tüm yazı işçileri, toplanın!” diye bir giriş yapmak isterdim. Fakat ne yazık ki bir Karl Marx değilim. Buralara da girmeyelim şimdi, konumu biraz farklı. Fakat yine de toplanalım. Çünkü bizi ilgilendiren şeyler söyleyebilirim. Kurduğum cümlede bir kesinlik yok, evet, çünkü sadece dileyen gelsin istiyor olabilirim. Sonuç itibari ile “bir Marx değilim!” demiştim ya, “kim olursan ol yine gel!” diyen Mevlana hiç mi hiç değilim. Bundan dolayı dilerseniz toplanın, dilerseniz tam aksini yapın.
Bugün size sormak istediğim şey ise; yazmak öğretilebilir mi, öğretilemez mi? Öğretilir ise neden her yer aforizma yazarı kaynıyor, ya da durum bunun tam aksisi ise neden hala yaratıcı yazarlık atölyeleri var bla, bla, bla!
Yazmak öğretilir mi dersiniz?  Birçoğumuzun da düşündüğü gibi cevap belli: belki! Bana bu soru sorulacak olsa “ee, ıı, eh, aslında evet!” ya da “kesinlikle evet, elbette!” diyeceğimi sanmıyorum. Pekiyi, neden?  Çünkü yazmak bir kenara dursun, önemli olan yazım üslubu. Örneğin; Zola çok çalışarak bir Chateiubriand olabilir mi dersiniz, ya da Beaurepaire çok itina ve yoğun bir çaba ile Rabelais olur muydu? “Ee, yok canım, daha neler dersiniz!” Bence de demelisiniz. Çünkü olmaz.
Üzerine durduğumuz şey “yazma sanatı” değil mi? Tam bu noktada tüm kartlarımız açık olmalı. Akademilerde ressamlara öğretilen cinsten bir şey olmadığı kesin. Renksiz ve basma resimler gibi olduğu doğru ama dümdüz yazmak öğretilebilir ve sürdürülebilir bir şey. Edebe ve hayaya uygun yazmak da öğretilebilir. Her şeyi geçtim, güzel yazmak da öğretilebilir, ama bu da tam anlamı ile kötü yazmanın bir başka türlüsü değil ise nedir? Düşününüz lütfen!
Mükemmel yazılmış kitaplar şahsen içimin sıkılmasını sağlar. Ve başka da değerleri yoktur gözümde. Bir kitapçıya girdiğinizde “çok satanlar” ya da “ilham perilerini beşiz olanlar” veya “bilmem kaçıncı baskı” etiketleri altında ezik, büzük kitaplar öyle güzel pazarlama taktikleri kullanılarak piyasaya sürülür ki, inanılmaz da verim elde edilir. Tabii, “çok satan her kitap işe yaramazdır, berbattır!” demiyorum ama ona yakın bir şeylerdir diyebilirim. Ve bu aramızda kalsın, üzebilir belki de bu bazı kişileri. “Aman!” diyelim. Ve tüm bunlar olur iken; öyle etiketler ve reklam teknikleri kullanılıyor ki; sanırsın bir çağ kapanıp, bir diğeri açıldı! Oysa öyle bir şey yok ya hu! Bu öyle bir şey ki; tezgâhın ön sırasındaki ve daha altlardaki domates sırası misali işte her şey. Tabii, domates kullanılmayacak halde ise, eve getirip bir güzel menemen de yapabilirsin sonradan. Ya kitabı ne yapacaksın acaba? O yüzden çok satan kitap değil, pek bir az satılan kitaplar tercih edilmelidir. Ürün yerleştirme de yok, sadece bir öneri!
Gel gelelim yazının şekline. Şekil geçicidir. Evet, bu aleni bir gerçektir. Ve bilirsiniz; özünü teşkil ettiği maddeden sonra şeklin nasıl olup da değerini koruyabileceğini kestirmek pek de mümkün değildir. Çünkü dilin moleküler yığınlarının yapısı nasıl olur da böylesi değiştirilebilir? Ya da çimento gibi olduğunu düşünmemiz gerektiği halde, dilin asıl yapısına nasıl olur da böyle pul pul edeceğini bilinip, sağda, solda ne var ise o harcın içine serpiştirilebilir? Akıl almıyor doğrusu!
Ve inanın; beş ya da on kitap çıkaran birçok yazarın aklında “yaşım kırk veya elliyi devirdiğinde Cağaloğlu’nda, Cihangir’de ya da Ayazağa’da bir yaratıcı yazarlık atölyesi kurarım ve genç yazar parası yerim. Oh, mis. Yaşasın edebiyat!”  diyen insanlar var! Kulaklarım ile duydum, tekrar diyorum; “aman!”
Şimdi gerek okuyun, gerek ise araştırın. Bulacağınız iki tür üslup vardır. İlki adi üslup, ikincisi ise orijinal üslup. Çünkü an bu an ve dem bu dem. Kısacası; yazar üslubunu iyi seçmeli. Janrına dikkat etmeli ve mentörünü iyi seçmeli.  Yoksa ne mi olur? Vay haline, vay!