YAVUZ BÜLENT BÂKİLER ile mülakat 2

Abone Ol


Şair ve Edip YAVUZ BÜLENT BÂKİLER ile mülakat 2

‘Adamlıktan Çıkanlar, Türkçeden ‘ADAM’ kelimesini çıkarmak istediler.’


Oğuz Çetinoğlu: Saygı duyulan kişilerin isimlerini; ‘Efendi’, ‘Bey’, ‘Beyefendi’, ‘Hanım’, ‘Hanımefendi’ gibi sıfatlarla bir arada söylemeyi alışkanlık hâline getirmiş bir kültürün mensupları olarak; cihanın saygısını kazanmış padişahlarımızı; ‘Üçüncü Selim’, ‘Dördüncü Murad’ ve ‘Abdülhamid’ diyerek anmamız hoş karşılanabilir mi?
Yavuz Bülent Bâkiler: 1931 yılında Devlet Matbaası’nda bastırılan ve 1950 yılına kadar liselerimizde okutulan 4 ciltlik tarih kitaplarımız var. Orada dikkatimi çok çekmişti. Sevgili Peygamberimizden hep alelâde bir insanmış gibi bahsediliyordu. “Muhammed” deniliyordu. Aşağı Muhammed, yukarı Muhammed. Meselâ bu kitabın 89. sayfasında şöyle bir açıklama var: “Muhammed, Mekke’de müşriklik muhitinde ve tesirinde büyümüş olmasına rağmen, dinî meseleler ve dinî düşünceler, pek derin bir surette, zihnini işgal ediyordu.” O tarih kitabının 90. Sayfasında deniliyor ki: “Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’an denir.”
Ben, İslâm bakımından küfür sayılan bu çok yanlış cümleler üzerinde durmayacağım. Bu inkâr fırtınasını anlatmak için kitap hacminde yazmak gerekir. Dikkatinizi çekmek istediğim husus şu: Bizim tarih kitabımız, dünyada bir milyar insanın peygamberinden bahsederken son derece saygısız bir dil kullanıyordu! Peygamber efendimizden, sokaktaki bir simitçiden bahseder gibi bahsediyordu. Aynı saygısız tavrı, padişahlarımız için de takınıyordu. Bizim resmî tarihimiz, Cumhuriyetin ilânından sonra, hem bütün imparatorluk devrimiz, hem de cihan çapındaki padişahlarımız için, maalesef saygılı bir dil kullanmadı. Onlardan özellikle “Sultan, Han” gibi sıfatları uzak tuttu. Çocuklarımız öyle yetiştirildi. Sonra o çocuklarda büyüyüp söz sahibi olunca, okudukları tarih kitaplarındaki gibi yazmaya, konuşmaya başladılar. Ama aynı tarih kitapları Atatürk’ten; “Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri” diye bahsettiler.
Bana göre, ortada bir kasıt var. Bu saygısızlığın giderilmesi zor değil. Millî Eğitim Bakanlığımızın Tâlim Terbiye Kurulu, gereken hassasiyeti gösterirse, tarih kitaplarımızı yazanlara küçük bir ikazda bulunursa, mesele kökünden hâlledilmiş olur.
Çetinoğlu: Ahmet, Mehmet, Abdülhamit gibi isimleri taşıyan kişiler, Cumhuriyet öncesinde yaşayıp vefat etmişlerse, isim sonundaki ‘t’ harflerinin ‘d’ olarak yazılması aşırı ve kimilerine göre ‘gereksiz’ hassasiyet olarak mı yorumlanmalı?
Bâkiler: Bu sorunuz bana, Abdülhâk Hâmid Tarhan’ın bir şikâyetini hatırlattı. Abdülhak Hâmid, bir gün sokakta, bir dostuyla karşılaşır. Ayaküstü konuşurlarken arkadaşı:
– Üstad nasılsınız? Ne var, ne yok? Diye sorar.
Şair-i âzam üzüntüsünü şöyle dile getirir:
– Ah azizim, hiç sorma: Âhir ömrümde, adımın sonuna bir ‘it’ eklediler. Hem de ‘ham bir it’ eklediler. Şimdi benden bahsederlerken Abdülhak Ham it diyorlar, Abdülhak ham it!
Yalnız, Arapçadan ve Farsçadan dilimize giren, sonları (d) harfi ile biten kelimeleri biz hem kendi gırtlağımıza hem de kendi zevkimize göre değiştirerek (d) yerine (t) harfini koyarak telaffuz ediyoruz veya yazıyoruz. Biz nasıl Farsçanın (gul) kelimesini (gül) diye söylüyor ve yazıyorsak, Arapçanın Ahmed, Mehmed kelimelerini de Türkçemize göre Ahmet, Mehmet diye yazıyor, konuşuyoruz. Mesela benim Yavuz ismim Türkçedir. Bülent ise Farsçadır. Farisîler (Bülend) diye yazıp söylüyorlar. Ben de, elim kalem tuttuğu günden beri, hep Bülent diye yazıp söylüyorum. Bugüne kadar bir tek defa ismimi Bülend diye yazmadım. Bülend diye söylemedim. Dolayısıyla, ben bu değişikliği çok tabii görüyorum.
Ayrıca yazım kılavuzumuzun 30. sayfasında deniliyor ki:
“Arap ve Fars kökenli kişi ve yer adları Türkçenin ses ve yapı özelliklerine göre yazılır: Ahmet, Bedretin, Fuat, Mehmet, Necmettin, Bağdat, Halep, İsfahan, İskenderiye, Tahran, Tebriz, Trablusgarp...”
Lâtin yazı sistemini kullanan dillerdeki özel adlar, özgün biçimleriyle yazılır: Beethoven, Byron, Cervantes, Chopin, Moliere, Puccuni, Shakespeare, Mann, New York, Nice, Rio de Janerio...”
Çetinoğlu: Rakamlarla ilgili kaideler tamamen unutuldu. Bir karmaşa yaşanıyor.  14.268,25 TL yerine 14,268.25 TL, % 25,47 yerine yüzde 25.47 yazılıyor. 12,5 milyon şeklindeki yazılışla; 12.500.000 mi denilmek isteniyor, yoksa 12.500.000.000 mu? Kimileri 14 bin 925 şeklinde yazıyor. Bu konuda bir standardımız yok mu? Yok ise olmalı değil mi?
Bâkiler: Rakamların yazılma kaidelerini de yine Yazım Kılavuzumuz koymuş. Kılavuzun 13 ve 14. sayfalarında yer alan kaideleri dikkatinize sunuyorum:
1- “Sayılar metin içerisinde yazıyla yazılır: bin yıldan beri, dört kardeş, haftanın beşinci günü, üç ayda bir, yüz soru, üçüncü sınıf, buna karşılık saat, para tutarı, ölçü, istatistik verilere ilişkin sayılarda rakam kullanılır: 17.30’da, 11.00’de, 1.500.000 lira. 25 kilogram. 150 kilometre, 15 metre kumaş, 1.250.000 kişi, % 25, % 50, saat ve dakikalar metin içinde yazıyla da yazılabilir: Saat dokuzu beş geçe, saat yediye çeyrek kala, saat sekizi on dakika üç saniye geçe, meselâ saat onda.
2- Birden fazla kelimeden oluşan sayılar ayrı yazılır: iki yüz, üç yüz, altmış beş.
3- Para ile ilgili işlem ve senet, çek vb. Ticarî belgelerde geçen sayılar bitişik yazılır. 650,35 (altıyüzelliliraotuzbeşkuruş)
4- Notayı niteleyen sayılar ayrı yazılar: on altılık.
5- Oyun adlarını niteleyen sayılar bitişik yazılır: altmışaltı
6- Romen rakamları ancak yüzyıllarda, hükümdar adlarında, tarihlerde, ayların yazılışında, kitap ve dergi ciltlerinde ve kitapların asıl bölümlerinden önceki sayfaların numaralandırılmasında kullanılabilir: XX. Yüzyıl, III. Selim, XIV. Louis, II. Wilhelm, I.XI.1928, I. Cilt, XII. Cilt.
7- Beş ve beşten çok rakamlı sayılar, sondan sayılmak üzere üçlü gruplara ayrılarak yazılar ve araya nokta konur: 326.197, 49.750.812, 28.434.250.310.500
8- Sayılarda kesirler virgül ile ayrılır: 12,5, (12 tam, onda 5) 5, 26 (5 tam, yüzde 26)
9- Sıra sayıları yazıyla ve rakamla gösterilebilir. Rakamla gösterilmesi durumunda ya rakamdan sonra bir nokta konur ya da rakamdan sonra kesme işareti konularak derece gösteren ek yazılır: 15., 56., XX., 5’inci, 6’ncı.
UYARI: Sıra sayıları ekle gösterildiğinde, rakamdan sonra sadece kesme işareti ve ek yazılır; ayrıca nokta konmaz: 8.inci değil 8’inci, 2.nci değil 2’nci.
10- Üleştirme sayıları rakamla değil, yazıyla belirtilir. 2’şer değil, ikişer, 9’ar değil dokuzar, 100’er değil yüzer.
Görüldüğü gibi, bizim imlâ kılavuzumuz rakamların kullanılmasıyla ilgili 10 kaide koymuştur. Yukarıda romen rakamlarıyla ilgili maddeler de vardır. Aylarımızın sıralanmasında, anılmasında padişah isimlerimizin önlerinde, romen rakamlarının bulunması istenmektedir. Ancak ben, bu yaşıma kadar ne ay sıralamasında, ne de padişah isimlerinin önüne romen rakamları koymadım. Bundan sonra da koyacağımı sanmıyorum. Neden diyeceksin? Böyle bir uygulamayı gereksiz buluyorum. Bunun gibi, imlâ kılavuzumuza göre, uzatma işaretlerinin kullanılmasına gerek yoktur. Bu kaideye de şiddetle muhalifim. Evvelâ benim soy adımdaki (a) üzerine mutlaka bir uzatma işareti koyuyorum. Makiler der gibi Bakiler denilmesinden rahatsızlık duyuyorum. (Bakiler) diyenleri uyarıyorum. Bakiler başka, Bâkiler başkadır. Aynen: aşıkla, âşıkın, karla, kârın halayla hâlânın bir olmadığı gibi.
Çetinoğlu: ‘Bütün dünya dillerinin, yabancı dillerden kelime aldığı’ gerçeği gerekçe gösterilerek, Türkçemizin İngilizce ve Fransızca kelimelerin istilasına mâruz kalmasına göz yumulabilir mi?
Bâkiler: Tabii ki göz yumulamaz. Ben, dilimize yabancı dillerden kelime girmesini veya kelimeler alınmasını iki sebebe bağlıyorum:
A- Zarurî olarak Türkçemize giren, alınan kelimeler.
B- Türkçemizdeki Arapça-Farsça kelimelere kat’iyyen tahammül edemeyen veya İslâmiyet’e karşı bütün kapılarını kapatan kimselerin katılıkları yüzünden dilimize alınan-sokulan kelimeler.
Batı dillerinden Türkçemize zarurî olarak giren kelimelerin gerekçesi şöyle: Biz, ilme-tekniğe sırtımızı kat’iyyen dönemeyiz. Bu bakımdan Batı dünyasındaki ilmî çalışmalar, teknik gelişmeler karşısında ortaya çıkan yenilikler (bir çocuğun doğması gibi) yeni bir isimle aramıza katılıyorlar. Meselâ telefonu, radyoyu, otomobili, füzeyi, kompitürü bulanlar, onlara aynı zamanda bir isim de koyuyorlar. Siz bu yeni keşifleri aldığınızda ya derhal onları yeni isimleriyle alıyorsunuz veya onlara yeni bir isim koyarak kullanmaya başlıyorsunuz.
Meselâ otomobili aldığınızda, onunla birlikte: direksiyon da, vites de fren de, far da, debriyaj da... dilinize giriyor. Umumiyetle, bütün dünya milletlerinde de bu kaide böyle. Fakat elbette istisnaları da var. Batı’dan gelen yeni keşiflere, o cihazlar Türkiye’ye girer girmez onlara yeni isimler koyabilirsiniz. Meselâ kompitüre “bilgisayar” dersiniz bu Türkçe isim tutar ve yayılır. Firijder’e “Buzdolabı” cipe “kaptıkaçtı” dersiniz... bunlar tutar ve kullanılır. Ama, isim bulmakta gecikirseniz o yeni buluşları Batı’daki isimleriyle kullanmaya başlarsınız.
Bütün dünya dillerinde: Mahallî kelimeler – Millî kelimeler ve Beynelmilel kelimeler vardır. Bizim dilimizde de elbette olacaktır.
Bunun, yani bu kelime alışverişinin bir başka yüzü daha var ki, o çok yanlış ve çok tehlikeli. Türkiye’mizde pozitivist düşünceli bir takım insanlar var. Bildiğiniz gibi Ogüst Comte’nin pozitivizminde ahirete karşı bütün kapılar kapatılmıştır. Allah’ın varlığı ve Onun koyduğu kaideler tamamen red edilmiştir. Varlığı deneylerle isbat edilmeyen cennet ve cehennem, şeytan ve melek, sevap ve günah yok farz edilmiştir. Ve insanın insana tapması istenmiştir. Ogüst Comte’ye göre, insanlar 30-35 yaşlarındaki bir kadına tapmalıdırlar. Pozitivizmin ilmihâli Türkiye’mizde de basıldı. Ben o ilmihâlde yazılanları elimin tersiyle bir tarafa ettim. İslâm inancından kat’iyyen kopmadım. Ama görüyorum ki, İslâmiyet’ten hiçbir ışık almayanlar, alamayanlar, dine düşman oldukları gibi, dinden gelen kelimelere de anlatılmaz bir düşmanlık duyuyorlar ve dilimizde Arapça kelimeler olmasın da, hangi dilden kelime olursa olsun diye çırpınıyorlar. Bunlar, bilerek veya bilmeyerek edebiyatımızın, dolayısıyla milletimizin en büyük düşmanlarıdırlar.
Meselâ: Meclis, milletvekili, iktisat, siyaset, hâkimiyet, şeref, şiir, kitap, edebiyat... kelimeleri “Arapçadır” gerekçesiyle dilimizden çıkarıp atıyorlar. Yerlerine ya Batı dillerinden kelimeler sokuşturuyorlar veya yeni birtakım kelimeler uyduruyorlar. İşte: Parlamento, parlamenter, ekonomi, politika, egemenlik, onur, yır, gökçeyazın gibi kelimeler dilimize böyle girdi. Bu anlayış, Türk dünyasıyla aramızdaki ortak kelimeleri de silip süpürüyor.
Biz (meselâ) kelimesini dilimizden çıkarıp attık. Yerine Ermenicenin orinagin kelimesinden örneğin kelimesini aldık. Ama unutmayalım ki hiçbir Türk topluluğunda, Cumhuriyetinde: Örneğin, onur, egemenlik, okul, yır, gökçeyazın, koşul, olanak, olasılık, saptamak, gereksinim gibi kelimeler yoktur. Dilde birliğimizi bozanlar, parçalayanlar dilde fikirde işde birliğimizi de beraberliğimizi yok ediyorlar.
Bütüne yakın işyerlerimizin alınlarında İngilizce, Fransızca kelimeler var. Artık ilk eğitimimize de İngilizce dersleri konulacak. Altan Deliorman dostumun yaptığı bir araştırmaya göre, Türkiye’de çıkan 100 dergiden 70 tanesinin ismi İngilizce, Fransızca, Almanca ve İtalyanca.
Artık at yarışlarında koşan atlarımızdan bazılarının isimleri de İngilizce. Peki siz de sormaz mısınız: Türkiye bir sömürge ülkesi midir? Bu başıboşluk devam ederse 50 yıl sonraki Türkiye’nin hâli nice olur?
Çetinoğlu: Farsça ve Arapçadan alınmış ve dilimize yerleşmiş kelimeleri tasfiye etmekte gayretli olanlar, Fransızca ve İngilizce kelimeleri baş tâcı ediyorlar. Bu konuda yorum yapmak ister misiniz?
Bâkiler: Türkçemizdeki Arapça-Farsça kelimelere karşı yumruk sıkanlar, umumiyetle İslâmiyet’e düşman olanlardır. Ben, herhangi bir kimsenin dinsiz olmasını çok tabii karşılarım. Kimse kimseyi dinî inancından ötürü hor görmemelidir. Ama ben, dinsiz olan kimselerin elinden gelen kelimelere karşı öfkeyle bakmalarını kat’iyyen tabii karşılayamam. Bakın şimdi, ben 4 yıl Ankara Radyosu’nda, 4 yıl da Ankara Televizyonu’nda çalıştım. Radyomuzda ve televizyonumuzda o yıllarda pırıl pırıl, tertemiz, su katılmamış, 24 ayar Marksist elemanlar vardı. Bunlar, Arapça ve Farsça kelimelere karşı, bir Ebu Cehil öfkesiyle düşman idiler. Meselâ bu kişiler Yunus Emre veya Mevlânâ üzerine programlar hazırlıyorlardı. O programları dikkatle takib ediyor, dinliyordum. O kişiler, kat’iyyen, ama kat’iyyen Yunus Emre’nin de, Mevlânâ’nın da ilhamlarını Kur’andan ve Hz. Peygamberden aldıklarını söylemiyorlar, söyleyemiyorlardı. Onlardan hep Hümanist veya insansever diye bahsediyorlardı. Hâlbuki Yunus’un da Hz. Mevlânâ’nın da Hümanizmle kıl kadar beraberlikleri yoktur. Çünkü Hümanizmi, Pozitivizm anlayışı doğurmuştur. Her iki mutasavvıf şairimizin insanları çok sevdikleri doğrudur. Ancak bu davranışları, İslâmiyet’in insanları “eşref-i mahlûkat” yani yaratılan mahlûkların en şereflileri, en üstünleri, kabul etmesinden doğmaktadır. Sonra her dilde dua da vardır beddua da vardır. Bizim komünistlerimiz, ateistlerimiz Allah’a inanmadıkları için “Allah kahretsin!” şeklindeki bedduamızdan “Allah” kelimesini kaldırmışlardır. “Şimdi radyolarımızda, televizyonlarımızda zaman zaman geçen “kahretsin!” kelimesi komünistlerimizin, ateistlerimizin eseridir. Ve radyo-televizyon Türkçemize artık yerleşmiştir. Böyle de devam edip gidecektir. Bizim eskiden “inşallah” diye güzel bir temennimiz, duamız vardı. Bu temennideki “Allah” kelimesini kullanmamak için bizim ateistlerimiz yeni bir kelime buldular: Umarım! Eskiden biz “inşallah yine buluşuruz!”, “inşallah başarılı olursunuz!”, “inşallah sağlığınıza kavuşursunuz!” diyorduk değil mi? “Şimdi koskoca adamlar bile ateistlerimizin oyunana gelerek, ağızlarını: “Umarım yine buluşuruz!” “Umarım başarılı olursunuz!” “Umarım sağlığınıza kavuşursunuz!”  diye açıyorlar. Utanıyorum ve o kişilere acıyorum.
Çetinoğlu: Herhangi bir yazıda, bir önceki cümlede adı geçen Hasan’dan bahsedilirken kullanılan ‘O’ kelimesi büyük harf mi olmalı küçük harf mi?
Bâkiler: İlkokulda okuduğum yıllarda, sınıf öğretmenimiz zamiri bize şu tekerleme ile öğretmişti: Ahmet bugün nerdedir / O uzak bir yerdedir. Çünkü her zaman zamir ismin yerine gelir.
Bir takım isimler yerine (o) kelimesini cümle içinde kullanıyorsak o kelimesini elbette küçük harfle yazmalıyız. Ama o kelimesi cümle başında geçiyorsa, geçecekse mutlaka büyük harfle yazılmalıdır. Dil kılavuzumuzda mı okudum; yoksa başka bir yazıda mı şimdi hatırlamıyorum. Orada deniliyordu ki; “Eğer Atatürk’ten bahsediyorsak, o zamirini Atatürk için kullanıyorsak, cümle içinde de o zamirini büyük harfle yazmalıyız!” ben okuduğum anda, bu görüşe itiraz etmiştim. Ve kendi kendime demiştim ki: “milyon kere yanlış bir kaide. Evet Atatürk büyük bir adamdır; ama benim için Hz. Peygamber de, Yavuz Sultan Selim de, Kanuni Sultan Süleyman da, Yunus Emre de, Mevlânâ da, Mimar Sinan da... çok büyük insanlardı. Ya bütün büyük şahsiyetler için cümle içinde geçse bile (o) zamirini büyük harfle yazmalıyız veya sadece Atatürk için böyle bir yanlışlığa asla düşmemeliyiz.
Ben (o) zamirini cümle içinde (Atatürk için olsa bile) küçük harfle cümle başında ise, daima büyük harfle yazıyorum.
(DEVAM EDECEK)