Artık gezip gördüğüm yerleri de makalemde yazıp duyuracağım. Bu hafta sonu muhteşem bir geziye katıldım. “Alaçatı ot festivali” İzmir‘in Çeşme ilçesine bağlı bir mahalle olan Alaçatı, son yıllarda özellikle yüksek turizm sezonunda Türkiye‘de en çok adı geçen tatil merkezlerinden. Birbirinden güzel caddeler, sokaklar, buram buram tarih kokan güzel bir kasabayı gezdim. Tabi festivaldeki güzel kızları görünce bir kadın kıskançlığıyla aynı evrende mi yaşıyoruz bu güzellerle demekten kendimi alı koyamadım. Beni de ana doğurdu onu da ana doğurdu kıskançlığımı sergiledim. Bu satırları yazarken de kahkaha ile güldüm. Belki de kızlarının güzelliğiyle meşhur olan İzmir’i ilk defa bu kadar güzel kızlar topluluğunu bir arada görmemdendir bu şaşkınlığım. Konumuza dönelim;

Son dönemde isminden sıkça söz ettiren Alaçatı, tatilcilerin gözde yerlerinden biri.  Ege’nin bu lavanta kokan şirin kasabası, artık ülkemizin en popüler tatil yerleri arasında yer almakta. Alaçatı’da yapılacak şeyler ile ilgili belki de yüzlerce kelam kondurabilirim. Ben çok yağmur yağan bir zamana denk geldim ama yine de inanılmaz kalabalıktı. Öncelikle Alaçatı’nın tarihini araştırdım. Resmi araştırmalara bağlı kalarak; Antik Çağda adı “Agrilia” olan Alaçatı, Batı Anadolu tarihinde “İonia” diye adlandırılan, İzmir’in güneyinden başlayıp Menderes Irmağına kadar uzanan bölgenin tam merkezinde yer alır. Beldemize en yakın “ion” kentleri Alaçatı’nın bir köyü ve bugünkü adı Ildırı olan “Erythrai”, Sakız adası yani “Chios” ve Urla İskelesi “Klazomenai”dir.

Heredot Tarihi’nin birinci kitabında İonia hakkında şöyle yazar: “İon’lar kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzü altında ve en güzel iklimde kurmuşlardır. Ne daha kuzeydeki bölgeler, ne de daha güneyde kalanlar İonia ile bir tutulabilir, hatta ne doğusu, ne batısı; kimisi soğuk ve ıslak, kimisi sıcak ve kurak olur.” İon kentleri Akdeniz’deki kolonilerin de kurulmaya başlamasıyla M.Ö. 7. yüzyılda altın çağlarını yaşamışlardır. Bu dönemde 12 şehirden oluşan ion Birliği özellikle bilim, felsefe, heykeltıraşlık ve mimaride dünyaya yol göstermiştir. Sonraları Roma döneminde de parlak günler devam etmiş, Hristiyanlığın yayılmasında ve Bizans sanatının doğuşunda etken olmuşlardır. Roma ve Rum esintilerini ben çok hissetim cadde ve sokaklarında.

Ot festivaline gelelim. Var olan değerleri yaşatmak ve sonraki kuşaklara aktarmak hedefiyle 2010 yılında kutlanmaya başlayan Alaçatı Ot Festivali her yıl olduğu gibi bu yıl da Türkiye’nin ve dünyanın pek çok yerinden gelen misafirleri alnının akıyla ağırladı. Alaçatı Ot Festivali kapsamında, düzenlenen otları tanıma ve toplama gezilerinden yemek atölyelerine, meşhur değirmenine, festival kortejine, yabani ot ve bitkilerle beslenme seminerlerinden konserlere kadar birçok etkinlik düzenlenmişti. Çok fazla yağmur olmasına rağmen her köşe başında bir etkinlik vardı. Ev yapması, el emeği birbirinden güzel yemekler, tatlılar tezgahlardaydı. Kumru kokusu bütün festival alanını sarmıştı.  Birbirinden güzel minyatür hediyelik eşyalar için halk sıraya girmişti. He köşe başında bir güzel kız çıkıveriyor bu kadar da olunmaz yahu dedirtiyordu.

Rengârenk pencere ve kapıların süslediği cumbalı taş evleri, begonvillerin ve sardunyaların sarmaladığı Arnavut kaldırımlı sokakları, sıcak kanlı kasaba halkı, lavanta kokulu hediyelik eşya dükkânları, Hacı Memiş’i, rakısı, balığı, Alaçatı dondurması, her caddeden yükselen akustik müzik sesleri, mavi tahta sandalyeli ve yöreye özgü motiflerle işlenmiş masa örtülerinin süslediği kafe ve restoranlarıyla pek keyifli bir atmosfere sahipti.  Ben gözümde çok çok büyütmüştüm Alaçatı’yı hani bir tabir vardır ünlenen her yer için söylerler öncesinde böyle tepeye çıkarırlar bir gidersin ki aklında, hayalinde kurduğun yer gibi değildir. Kötü demiyorum katiyen her ünlü yerin başına gelen, aşırı ilgi ve sonrasında fazla turistikleşmesinden dolayı ilk gidenleri biraz hayal kırıklıklarına uğratsa da birçoğumuzun tatil hayallerini süsleyen bir kasaba. Mekânları, butik otelleri, aktiviteleri ve lezzetleri ile Alaçatı, denize kıyısı olmasa da yakındaki plajlarıyla deniz, kum, güneş arayanlar için de çokça alternatif sunuyor. cumbalı taş evleri, renkli butik otelleri, konsept tasarım atölyeleri, özgün kafe ve restoranları, Arnavut kaldırımlı ve begonvillerle süslü sokakları ile beni mest etti. Dünyanın sayılı rüzgâr sörfü plajları ile bu alanda küresel bir marka olan Alaçatı, zeytinyağlı mezeleri, Ege mutfağının en güzel lezzetleri ve taze deniz ürünlerinin sunulduğu restoranlar, hareketli gece yaşamı, her biri butik müzeyi andıran mekânları ile Alaçatı sokakları her daim kalabalık ve çoşkulu.

Sonuç olarak yoğun koşturmayı bir kenara bırakıp, rüya gibi geçen ülkenin en güzel kasabalarından Alaçatı’yı gezme fırsatım oldu. Ez cümlelerime eklemek istediğim fiyatlarının aşırı pahalı olması. Yeme, içme, alış verişte Türkiye’nin en pahalı yeri diyebilirim. İyisini de kötüsünü de yazmak lazım değil mi? İsim vermeyeceğim yemek yemek için sıra bekleyen halkımızın gittiği meşhur restoranda salatanın tabağı 150 TL idi gerisini siz düşünün. Yeni bir yer keşfediyorum maceramda elbette sizlerle paylaşacağım. Hayat sahiden gerçekten yaşayıp gezebilene güzel. Üstadın minicik dizeleriyle son veriyorum satırlarıma;

Yaşamak şakaya gelmez,

Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

Bir sincap gibi mesela,

Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,

Yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,

Yani o derecede, öylesine ki,

Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

Yahut kocaman gözlüklerin,

Beyaz gömleğinle bir laboratuvarda

İnsanlar için ölebileceksin,

Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

Hem de en güzel en gerçek şeyin

Yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

Yaşamak yanı ağır bastığından.

Nazım Hikmet