Zamanın sesi koşar adımlarla ardımızdan yankılanıyor. Ne yazık ki, meşru kıldığımız tek şey hüzün. Ömür sayfamızı biriktirdikçe, yalnızlık ikliminin ayazına teslim oluyoruz. Reddediyoruz başkalarının tanımladığı; mutluluğu, sevinci.

Öyle ya!

Kendine derin bir uzaklık seçmişlerin, kalplerinin topraklarına onlarca inancını gömmüşlerin ve dişleri dökülmüş bütün ağızlarda aynı cümleye rastlarız. Onların dillerinden dökülen fısıltıyla şekillendiririz dünyayı ve insanı. Belki de bizi buna zorlayan yetimizin acizliğidir. Uzun denklemler kurarız ha bire; kirpikler ve ufuk çizgisi arasında. Damla damla eşiklere düşeriz.

Başkalarının mürekkebinden payımıza düşen ne varsa fazlasıyla özümser fazlasıyla kaderlerimizi bağlarız. Dünyanın kötülüğünü temize çekerek kendimize güvenli bir alan oluştururuz. İnsanın yegâne doyumsuzluğudur pay çıkarma.

Her şey kendiyle konuşuyor aslında. Dağ kendine yüceliyor, ırmaklar sessizce ç’ağlıyor, yapraklar eylülle anlaşmalı dökülüyor, gök bazen bulutlu, kekeme yağmurlara direnemiyor. Bazen sağanak sağanak akıyor bazen de ışıl ışıl kuşlara özgürlüğün türküsünü söylüyor.

İnsan da öyle en çok kendisiyle konuşmayı yeğliyor. Büyüdükçe un ufak olan inancı direncini kırarken, kursağında yutkunduğu cümlelerle kalbine kesikler atıyor.

Ama bir yerlerde eksiklik var. Yaşamak denen şey bir tedirginliğe dönüştüğünde somut kavramlar üzerinde konuşuyoruz hep.
‘Hiç mi iyimserlik yok?’ Dediğinizi duyar gibiyim.

Olmaz mı? Bakmak ve görmek arasındaki fark gibi; göz bakar zihin görür. Sınandığımız zaman ayracında gerçeğin kapısından girmek isteyene, paslı kilitler bile büyülüdür.

Bu güceniklikten silkinmeliyiz. Yılların iniltisinden kurtulup hayatın kıpırdanışına ayak uydurmalıyız. Kalbimizden acıyı sökmeli ve artık dilimizde ki ‘ah’ kelimesini çıkarmalıyız.

Hiç düşünmeden genelleştirdiğimiz çoğu kavramı ezber edip ardına düşmüyoruz. Bakmak cazip geliyor sadece.

Oysa beyin görmeli, algılamalı toplumsal hayatın gerçekliğini.

Mendil satan bir çocuğun kıyafetindeki yoksulluğa bakmadan; gözlerinde ki güneşi görmeli.

Sokağın başındaki kaldırıma iki büklüm oturan çiçekçi kadının üşüyen elleriyle titremeli. Vitrinler önünde yutkunan çocukların gözleri olmalıyız. Bir sokak kedisinin sığınağı belki de. Bu bilmeyi pay sayarım okuyan herkese.

Evet, bu hayatın kederi çoktur. Birçok kavram gibi, kaygan bir kavram en nihayetinde. Ama kendimize uyguladığımız dayatmalarla yola çıkarsak, ancak umudun cellâdı oluruz. Hayat denilen hengâme çıplak gözle algılanmalı. Kimsenin himmetine ihtiyacımız yok aslında. İçimizde ki korkuya kaygıya endişeye umutsuzluğa kapılmadan daha fazla, anlamaya (tepkiler uyarlamaktan ziyade) ve manaya teslimiyetle barışçıl uzatmalıyız ellerimizi.

İnsan ancak kendinden başlayarak (sorgulamayı ve tanımayı) etrafında ki fasit daire kuşatmasını kırar. İçimizde ki potansiyel incinme korkusunu bir kenara bırakıp çabalamak zorundayız. Zira yaralarımız yaramazdır. Ve bu yaramazlıkla başa çıkmak, haddinden fazla ahmaklıktır.

Ömrün avlusunda bağdaş kurmadan keder

Bir iç çekişe dönüşmeden takvimler

Doğunun gümüşten soluğuyla

Batının turuncu akşamüstlerini giyinmeli ruha

Ve kalbine tutunan yarasını öpmeli insan

Yaradan  dan ötürü

“lütfünde hoş

Kahrında” dedikten sonra.

Yeniden her doğan günle karışacağız hayata

Ne olursa olsun umutla.