Yaşam dediğimiz şey, düşüncelerimizden oluşan hayata verdiklerimizin bize geri dönüşümüdür.
Türkçede bir deyim vardır: “Ne ekersen onu biçersin.”
Millet olarak, çıkmasını istediğimiz cismin tohumu olduğundan emin miyiz?
Tohum toprağı yarınca çıkan şeyden memnun değilsek, nerede yanlış yaptık acaba, diye düşünmemiz gerekmiyor mu?
Neden hiç kimse hayatından memnun olmadığı halde, daha iyi bir yaşantıya layık olduğunun farkına varamıyor?  Neden eşit paylaşımı ve adaleti egemen kılmaya çalışmıyoruz?
İç politikaya gelirsek, “Aman canım, kim geldi de yemedi? Yesinler ama hizmet etsinler,” noktasına nasıl vardık?
Hizmet adı altında eşe dosta iş çıkarmayı neden normalmiş gibi karşılıyoruz?  Giden paraların bizim paramız olduğunun niçin farkına varamıyoruz?
Vaktiyle memleketin birinde geçmiş bir hikâye.
Herkesin hırsız olduğu bir ülke varmış, ama istisnasız herkesin. Gece olunca, insanlar maymuncuklarını ve fenerlerini yanına alır ve komşusunun evini soymaya gidermiş. Gün doğarken geri döndüklerinde yüklerini alırlarmış… Ama her seferinde kendi evlerini de soyulmuş bulurlarmış. Ülkede kimse kaybetmezmiş çünkü herkes birbirinden çalar ve bu dolaşım son kişi ilk kişiden çalana kadar sürermiş.
Bir gün, nasıl olmuşsa, dürüst bir adam ortaya çıkmış. Gece olduğunda çanta ve fenerle dışarı çıkmaktansa evinde kalıp çalışmayı tercih edermiş. Hırsızlar geldiğinde evde ışık yandığını görüp soymak için içeri girmezlermiş. Bu durum bir süre devam edince, ahali bir konunun açıklığa kavuşmasını istemiş: 
“Çalmadan yaşamak senin tercihin ama başkalarını bir şey yapmaktan alıkoymaya hakkın yok!” demişler.
Bunun üzerine dürüst adam, geceleri evinden çıkar fakat hiçbir şey çalmaz, döndüğü zaman evini hep soyulmuş bulurmuş. Adamın bir haftadan daha az bir sürede yiyecek tek bir şeyi kalmamış ve ülkeyi terk etmek zorunda kalmış.
Daha iyi soygun yaparak zenginleşenler kendileri için soygun yapmak üzere maaşlı hırsızlar tutmaya başlamışlar. Zengin fakir ayrımı giderek çoğalmış. Zenginler mallarını korumak için polis teşkilatı ve hapishaneler kurmuşlar ve kendi mallarının çalınmasını yasa dışı ilan etmişler. Ancak yoksulların mallarını çalmak hala serbestmiş. Bir süre sonra artık kimse soymaktan ve soyulmaktan söz etmez olmuş çünkü yoksulların çoğu ya açlıktan ölmüş ya da ülkeyi terk etmiş. Zenginler ve maaşlı soyguncular ise soyacak kimse kalmadığı için servetlerini yitirmeye başlamışlar.
Sonunda zenginler eski düzeni yeniden sağlamak için dürüst adamı başa getirmeye karar vermişler. Ancak dürüst adamın evine gittiklerinde sadece yerde yazılı bir kağıt varmış. Kâğıtta şunlar yazıyormuş:
“Bir insan sadece dürüst olduğu için aranıyorsa her şey için çok geç olmuş demektir...”
Her şey çok geç olmadan dürüst insanları anlamamız gerekmiyor mu, ne dersiniz? Nasıl bir nesil yetiştirdik ki gayri meşru haksız kazancı dahi normal kabul edebilmektedir? Bence asıl düşünülmesi, üzerinde durmamız gereken budur.