Yıl 1461 Fatih Sultan Mehmet, Hovagim’i Ermeni Patriği yani Marhasa (murahhasa) seçti. Marhasa unvanının kilise literatüründeki(edebiyatındaki) karşılığı ise “bir şehir veya bölgedeki Başepiskopos”tur. Başepiskopos bir bölgedeki en yüksek rütbeli din adamı demek oluyordu. Oysa bu tarihe kadar Bizans İmparatorları Ermenileri ve Ermeni din adamlarını aşağıladıkları gibi İstanbul’a sokmamışlardır. Peki, bu tarihten önce Fatih ve Hovagim arasında neler olmuştu ve yüksek makama Hovagim nasıl getirilmişti!

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden önce Bursa’da iken, oradaki Ermeni ahaliye ve onların rûhânî önderi Hovagim’e karşı bir yakınlık ve sevgi gösteriyordu. Fatih bir gün Hovagim’le sohbet ederken, Hovagim kendisine “Tanrı senin krallığını diğer krallıklardan daha da yükseltsin” diye dua etmiş, bunun üzerine Fatih de Hovagim’e “Eğer İstanbul’u ele geçirmeyi başarırsam, seni ve Ermeni ileri gelenlerini İstanbul’a götüreceğim ve seni onların lideri yapacağım” şeklinde bir vaatte bulunmuştu. İstanbul’un 1453 yılında fethinden birkaç yıl sonra Bursa’ya gelen Fatih, verdiği sözü hatırladı ve Episkopos Hovagim’le birlikte birçok Ermeni ailesini Bursa’dan İstanbul’a getirtti. 

Yine bu dönemde daha farklı yerlerden de İstanbul’a Ermeni gruplar getirtilerek, başkente yerleştirilmişlerdi. Bu Ermenilerin şehrin değişik semtlerine yerleştirilmelerinden sonra (1461) Fatih, Episkopos Hovagim’i bir fermanla Ermenilerin önderi, yani patrik olarak ilan etti. Hovagim’e Anadolu ve Rumeli’deki tüm Ermenilere hükmetme yetkisi verilmişti. Patriklik de o tarihten itibaren sürekli olarak varlığını sürdürdü.”

Episkopos Hovagim’in İstanbul’a getirilişi ve öncesi hakkındaki bu anlatı doğru olmakla birlikte, patrikliğin kurulması hususunun biraz daha farklı olduğu günümüzde yapılan çeşitli çalışmalarla ortaya konmuştur. Fatih, Hovagim ve beraberindekileri İstanbul’a getirterek Bizans’ın son dönemlerinde etkisizleştirilen İstanbul’daki Ermeni murahhaslık merkezini yeniden canlandırmıştır. Kendi hâkimiyetindeki Ermenilerin sorumluluğunu da başkentteki bu merkeze vermiş ve Rum milletinden sonra Ermeni milletinin de yönetim şeklini belirlemiştir. 

Bütün bunlardan çıkan sonuç, Hovagim’in Bursa’dan İstanbul’a gelişinden sonra, buradaki vazifesinin patriklik değil Bizans döneminde olduğu gibi İstanbul Ermenilerinin rûhânî önderliği olduğudur. Ancak buradaki en önemli ayrıntı, Fatih’in İstanbul Ermenileri dini önderini bizzat kendisinin atamış olmasıyla birlikte, “Rumlar gibi Ermenilerin de, devlet tarafından muhatap alınan dinî bir teşkilat kurmaları ve bunun Osmanlı Devleti tarafından desteklenmesidir.” 

O tarihlerden itibaren patrik unvanını resmen taşımasa da Hovagim ve ardından gelen Ermeni liderleri, devlet tarafından - yine Rumlar’da olduğu gibi - Osmanlı millet sistemi çerçevesinde “Ermeni millet başı” olarak kabul edilmişlerdir. Kendi idaresindeki toplumun dinî ve sivil işlerinden sorumlu olan “Ermeni millet başı” Osmanlı Devleti ve Sultan adına cemaatinin işlerini yürütmüştür. Ayrıca Ermeni Patrikhanesi’ne Süryaniler, Kıptîler ve Habeşler bağlanmışlardır. Bu gruplar da kendi dini/siyasi işlerinde Ermeni Patrikhanesi’ne tâbi hale gelmişlerdir.

Patrikhanenin tesisinin tamamlanmasından sonra, günümüzde de patriklik merkezi olarak kullanılmakta olan Kumkapı Surp Asdvadzadzin Kilisesi’ne taşınıncaya kadar patriklik kilisesi olarak Samatya’daki Surp Kevork (Sulu Manastır)Kilisesi, patriğin makamı ve patrikhanenin diğer işlerinin yürütüldüğü merkez olarak da kilisenin karşısında yer alan bina kullanılmıştır. Bizans döneminden kalma Peribleptos Manastırı’nın üzerine inşa edilmiş eski bir Rum Kilisesi olan Surp Kevork Kilisesi, sonradan Rumlardan alınarak Ermenilere verilmiştir.

Fatih Sultan Mehmet ve kendisinden sonra gelen, oğlu II. Beyazıt, onun oğlu Yavuz Sultan Selim, onun oğlu Kanuni Sultan Süleyman ve nihayetinde Osmanoğulları’nın tümü Ermeni Milleti’ne “Millet-i sadıka” gözüyle bakmış dahası devletin Dışişleri Bakanlığı(Gabriyel Noradunkyan Efendi 1912-1913) dâhil birçok önemli makamlarına getirmiştir. Devlette devamlılık esas ilkesini ilke edinen Türk Milleti Osmanlı Devleti’nden aldığı “kutsal devlet görevi” anlayışı ile Ermeni S O Y K A Y R I M I devam etmiştir. En önemlisi ise milleti millet yapan Türk Dil Kurumu gibi önemli Kurumun başına Agop Dilaçar’ı getirmiştir.

Kısacası; Osmanoğulları - Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti “E R M E N İ  S O Y K A Y R I M I” yani ERMENİ SOYKAYRIMCILIĞI yapmasına rağmen Soykırımcılık ile suçlanmışlardır. Yukarıda verdiğim örnekler gösteriyor ki herkes yalan söylese de “tarih yalan söylemez.” Eğer tarih de yalan söylerse o zaman diyorum ki; “yalan söyleyen tarih utansın!”