Yoksa biri, Avrupa’nın güzelliklerini kötülüklerimizle karşılaştırsa, fikirlerin birbirine eklenmesiyle meydana gelen meyvelerini, bizim bir şahsın çalışmasının ürünü ile karşılaştırsa, insafsızca, aldatıcı cerbeze ile tartıp ölçmekle bir onlara bakın bir de bizlere dese; Hristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etse; İslâmiyetin düşmanı olan gerilemeyi ona dost gösterse; feleğin ters dönmesine delildir. Çünkü ne bizim geriliğimiz İslâmiyetten ileri geliyor. Ne de Avrupa’nın ilerlemesi Hristiyanlıktan dolayıdır.

Böyle sanarak Avrupa’ya şiddetli bir meftuniyet ve düşkünlük göstermek yanlıştır. Bu sakat bakış; milletine karşı derin bir nefret hissiyle, kendini Avrupa’nın meşru olmayan çocuğu olarak gösterir. Aynı zamanda onu ihtilâl fikrine götürür. Ona tahrip meyli verir. Aldatıcı cerbezenin yani doğru sanılan yanlışın neticesi olan âsiliğe sürükler.

İsyankâr hiciv, tenkit ve iftiracılık hastalığına düşürür. Namusu hiçe saydırır. Kendi fir’avniyetini ilan ettirir. Dolaylı bir şekilde kendini över. Gurura girer. Bilmediği hâlde İslâma düşmanlık eder.

Bu yetmezmiş gibi firavunluk, benlik ve içine düştüğü gururun verdiği hüküm ile, milletine karşı cephe alır. Şer’an, dinen, aklen, hikmeten mükellef / yükümlü olduğu, milletine karşı duyması gereken şefkat hissini bir yana bırakır.

Bunun yerini hakaret hissi alır. Milletiyle bütünleşme, milletine karışma eğilimi yerini, ona karşı nefret meyline bırakır. Milletini sevme eğilimi yerini; küçümseme isteğine bırakır. Milletine saygı gösterme meyli yerini; başkalarını cahil görme meyline bırakır. Milletine merhamet arzusu yerini; büyüklenme arzusuna bırakır. Milletine fedakârlık karakteri yerini; parçalanma meyline bırakır.

Böylece hamiyetsizliğin, asılsızlığını gösterir. Böylece hakikat nazarında cânî ve nefret edilen biri olur çıkar. Tıpkı şu örnekte olduğu gibi:

Birisi Paris’te eğlence âleminde o biçim bir madamın giydiği elbiseyi beğenmiş olsun. Sonra o elbiseyi; camide muhterem bir hocaya giydirmek istesin. Bu haliyle nasıl ahmakcasına, cânice bir harekette bulunmuş oluyorsa, vasıflarını saydığımız kişinin de bundan farkı kalmaz.

Zira hamiyet / vatanseverlik hissi; millete karşı duyulan muhabbet, hürmet ve merhametin zarurî sonucudur. Onsuz olmaz ve illa yalandır, sahtekârlıktır. Millete karşı duyulan nefret ise, hamiyetin zıddıdır.

Mutaassıplara hücum eden Avrupa’nın kâselisleri / dalkavukları her biri yüz mutaassıp kadar, hatalı mesleğinde mutaassıptır. Taassup içindedir. Bunlardan birisi Şekspir’in medhinde yaptığı aşırılığı, şayet bir hoca o aşırılığı Şeyh Geylani’nin medhinde etse idi, kâfirlikle suçlanacaktı! Heyhat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için hamiyyet?

Yazık ki, toplumsal hayatı faaliyet ve harekete geçiren çok hayatî ukde ve esaslarından, bizde gelişmeye başlayan yalnız edebiyat fikri olmuş. Özellikle şaircesine, aşırı hattâ edep kırıcı şekilde kalem oynatılmış.

Kendini beğenmişlik olan hiciv fikri almış yürümüş. Tahkir, hor görme, aşağılama arzusu ayyuka / göklere çıkmıştır.

Bu ise hakikî yol gösterişe karşı edepsizliktir ki, ancak birbirine saldırıyor.

Fakat millete ve İslâmiyete karşı olan üstü kapalı karşı çıkışları, o dalkavukların yüzlerine çarpmak lâzım! Bununla beraber, onların birbirini dinsizcesine hiciv ve yekdiğerini rezil etmeleri karşısında, kimbilir belki de bunu hak etmişlerdir diye düşünmekten; insan, kendini alamıyor doğrusu.

Denilmiştir ki: Bu milletin perişaniyet ve dağınıklığı sırf bilgisizlikten değildir. Bu milletin geri kalışına asıl neden şuydu: Kalp nuru ile arkadaşlık etmeyen fazla verimsiz zekâsı, kısır anlayışı idi.

Çünkü kalpten yoksun aklın, yalnız kalması; bu geri kalmışlık durumuna en büyük etkendir.

Bence en dehşetli hastalık asabilik / aşırı taraftarlık yani ölçüsüzlüktür. Zira her şeyi haddinden geçirmekle, aksülamel yaptırır. Ters tepkiye yol açar. Kalbi arka plana atan aklın tuttuğu yol doğru yol değil sapa yoldur. Engebelidir. Hattâ tehlikelerle doludur. Akıl, ışığını kalbden almıyorsa; karanlıkta yol alıyor demektir ki, akıbeti meçhuldür. Işıktan mahrum gözün şaşkın kalışı gibi.