Gezilerimiz sırasında en çok karşılaştığımız soru “çadırda kalmaya korkmadınız mı?” oldu. Evet korktuğumuz bir iki gece oldu ama o kadar. İlk korkuyu İnebolu yolu üzerinde Çamlık Mevkii’nde yaşadık mesela. Tamamen tecrübesizliğimizden kaynaklanan bir korkuydu bu. Bize çadırda yiyecek bulundurmadığınız sürece hayvanlar sizi asla rahatsız etmez demişlerdi. Aslında buna hep dikkat ettik ve o gece de yanımızda yiyecek yoktu. Ama Çamlık'da gece çakallar o kadar yakınımızda uludular ki ya gelirlerse diye zıpladık yerimizde. Arabaya gidip uyusak mı diye de düşündük. Ama her ses duyduğumuzda arabaya gidemeyiz deyip kalmayı tercih ettik. Gecenin ortalarına kadar sürekli tedirgindik fakat hiç yaklaşmadılar yanımıza. Zaten biz de gelmeyeceklerini anlayınca uyuduk.

Sabah uyanıp bu doğaya günaydın demek bütün herşeye değiyor inanın. Ne yazık ki günübirlikçi tabir edilen, piknikçiler doğaya genelde pek özen göstermiyorlar. Tecrübeli kamp ve karavancılar (tabi ki istisnalar vardır arada ama) geride çöp bırakmazlar. Bu güzelliğe, doğaya keşke herkes gereken özeni gösterse. Heryerde çöp bidonları olmasına rağmen insanlar çöplerini oraya taşımaya bile üşenip ortalığa bırakıp gitmişler.

Her sabah bu manzaraya uyanmaya hayır diyen var mı?

Bu da oralarda ne yiyip ne içtiniz diyenlere gelsin.

Evde ne yapıyorsak orada da yaptık işte. Haftasonları kilometrelerce yol gidip, doğada kahvaltı edelim diye dünyanın parasını bayıldığınız serpme kahvaltıya buyrun !! Hem de köy peyniri, domatesi, biberi, aldığımızda hala sıcak olan taze yapılmış dağ çileği reçeliyle. Sonra da toparlandık ve sahilden sahilden yola devam ettik.

Yolda bir tabela gördük “Gideros”. Tabela olur da neymiş diye bakmaz mıyız? Burası ilk önce Amazonların yaşadığı düşünülen, daha sonra da korsan gemilerinin saklanma yeri olarak kullanılan, etrafı şimşir ağaçlarıyla çevrili , şimdilerde ördeklere ve birkaç şanslı insana ev sahipliği yapan minik bir koy.

Yok yok göl değil !! gerçekten koy, denizle bağlantısı var ve hatta inanamadık ama Karadeniz kışın kudurduğunda burada iki metreye varan dalgalar dövüyormuş kıyıyı.

O kadar geldik bi çaylarını içelim bari dedik. Bir türlü ruhsat alamadığı için mağdur olduğunu, işyerini kapatmak zorunda kaldığını söyleyen amcanın dertlerine ortak olduk. Sonra ördeklerle de vedalaşıp, “sabah erken olmasaydı çadırı buraya kurardık, ne de güzel olurdu” diye düşünerek düştük yola.

Küre dağlarına sardık biraz, köyleri dolaştık nasılmış diye. İnanılmaz bir şey köylerde sokaklar bomboş. Nerede bu insanlar derken yine buralara has olduğunu tahmin ettiğimiz “gezici market”e rastladık.

Kapalı kasa orta boy kamyonun ya motor sesi tanıdık ya da saat ayarı yapılacak kadar kadar dakik olacak ki birden insanlar belirip bu kamyona yöneldiler. Demek ki ortada gidecek bir alışveriş yeri olmayınca insanlar da evden çıkmıyor.

Dikkat çeken diğer bir konu da Karadeniz’in köy camileri. Köy evleri o kadar bir birinden ayrık ki, bir köyün bitip diğerinin başladığı ancak yol tabelalarından anlaşılıyor. Hatta bu tabelâlara göre ev içindeki TV bir köyde, karşısındaki koltuk diğerinde olabiliyor. Köylerin en yüksek yerlerinde de bu yöre insanının meşhur mesleğine sahip müteahhitler doğal olarak köylerine cami yapıyorlar. Camiler de yine yanılmıyorsak bir nevi sosyalleşme mekânları çünkü 3-4 katlı binalar ve ibadet dışı kullanılan katlar, düğün salonu, eğütüm alanı,vb. şeklinde düzenlenmiş.

Bu arada yolda giderken birşey daha dikkatimizi çekti. Yol kenarlarında, ev bahçe kapılarının önlerinde birkaç tahta ile yapılmış tezgahlar ve üzerlerinde boyutları farklı kovalar duruyordu. Sağılan sütler buraya konuluyor, toplayıcı gelip alıyor içindeki sütleri. Haftalık veya aylık kovanın altına parası bırakılıyor deseler ona da inanırdık. Tabiki böyle bir şey yok. Var mıdır acaba??!!

Küre Dağlarında konaklamaya çok uygun yer bulamayınca, sahile inip Cide'nin hatırını sorduk biraz da. Orası senin burası benim derken kıyıda turistlerin unuttuğu bir sahil köyü bulduk akşama doğru.

Gerçekten de hiç turistik tesisi olmayan , karşılıklı iki köy kahvesi, bir cami ve evlerden oluşan bir balıkçı köyüydü burası. Kahvenin birinin adı cafe de olsa, bayağı da kahvehane idi yani.

Baktık güzel bir kumsal, yanında çocuk parkı hemen sorduk çadır kursak olur mu diye. Olur dediler ve biz arabayı yerleştirirken kuma batmayı başardık . İttir kaktır yok çıkmıyor. Bir balıkçı dayı geldi o öyle olmaz, traktöre çektirelim dedi. Çağırdı bir delikanlı git getir traktörünü diye. Bize de verirsiniz üç beş eline dedi. Ama delikanlı turist nedir biliyor 60TL isterim demez mi ? Hatta bir de üstüne “paranız olmasa gezmezdiniz” gelmez mi?

Bizden önce balıkçı dayı bastı kalayı “hemen çekiyorsun o arabayı kumdan dışarı, para falan da almıyorsun” diye. Koştu kahveden de çağırdı 3-4 kişi. Bir yandan traktör bir yandan gelenler, hop çıktı arabamız. Verelim dedik birşeyler çocuğa , “hayır” dedi balıkçı “vermeyeceksiniz, insanlık öldü mü ?” Bizim oralarda ölmese de can çekişiyor dayı ama maşallah sizin köyde daha taze delikanlı.

Burası gerçekten Karadenizin hası, turistin unuttuğu, çayın hala 0,50 krş a satıldığı Özlüce Köyü.

Biz ileride buraya taşınır, bu insanlarla yaşlanırız diye düşünerek “Satılık yer var mı?” diye sorduk, “burada dışarıya mal satılmaz” cevabı aldık. İşte o zaman anladık nasıl böyle el değmeden kalabildiğini.

Kurduk çadırımızı, yakındaki parkta çay içip çekirdek çitleyerek onayan çocukları seyrettik. Hiç kimse ve hiç birşeyin bizi rahatsız etmeyeceğinden emin huzurla uyuduk bu güzel köyde.

Yazının gidişatından da anlayacağınız gibi hiiiç buralarda nerede kalınır, ne yenir, ne yapılır kısmına gerek görmedik.

Karadeniz’de aç kalmazsınız orası kesin de. Otel motel pansiyon azıcık sıkıntılı olabilir. Allahtan bir kaplumbağa gibi evimiz sırtımızda geziyoruz…