Birin de ölür. Diğerin de umut vardır. Korkmadan ve kokmadan terk etme zamanı gelmiştir.
Deniz, gece, bank, iki adam, araların da silah, yağmur, ay ışığı ve “Hayallerinin toplamı sıfır olanlar…”
İki adam birbiri ile yeni tanışır. Biri bayram, diğeri rüzgâr. Bayram rüzgâra anlatır.
Bayram kısa ve net konuşur.
Ailem ırgattı.
Bizim ekmek terimiz ile suladığımız pamuk tarlaları…
Şoför her sabah kendine bir rehber edinir.
Bazen bu güneş olur. Bazen güvercin bazen bir olur.
O gün o kadar dikkatli olmama rağmen göremedim.
Rüzgârdan o kadar sille yememe rağmen uyanamadım.
Rehberimizin “Azrail” olduğunu.
Hayallerimin sıfırlandığı an yalnız kaldım dedi bayram.
Yüzme havuzumuz olan kanalda;
Altmış üç kafa,
Altmış üç çift göz,
Altmış üç çift yürek
Feryat ediyordu, sularda…
Suların nasıl umutları boğduğunu,” can haini “olduğunu gördüm.
Biz iki şeyi gördüğümüz zaman üç kere öper başımız üstüne koyarız.
Biri ekmek tanrımızın simgesi, diğeri pamuktur emeğimizin simgesidir.
Bizler her zaman “yaşama” sarılarak uyumak isteriz.
Öyle bir zaman gelir ki” yaşam” firar eder.
Elinde yalnızca ölüm kalır.
Beni sulardan kurtaran dedem ile sonumu da gördüm.
Dedemin kafasında ki külah ile yırtık sadece avuçlarını ve birkaç
Parmağını saran eldivenin renginin karması idi.
Kokusu beni uyandırıyordu.
Benim hayatta olduğumun kokusuydu.
Kalkmak istemiyordum.
Üç gün dedemin mevtasına sarılarak uyudum.
Gözümü açtığımda; ölüm bir tarafım da yalnızlık diğer tarafımda sarılarak uyudum.
Çocuklarla dolu büyük bir salon gibi yerde kalıyordum.
Herkes benimle konuşuyor.
Ben konuşmak istemiyordum.
Konuşmak gereksiz geliyordu.
Çünkü kaderi ikna etmek olanaksızdı.
Kader sağırdı. Kader kördür.
Aslında hepimizin yaşam motivasyonumuz kaderi ikna etmek değil mi?
Benim kaderim doğuştan kör ve sağırdı.
Ben ne yaparsam yapayım değişmiyor.
Onun için ikna etmemin bir anlamı yoktur.
Biz bir salonda 13 kişiydik.
Aslında 12 kişi kalıyordu.
Ben fazladan 13. Kişi olarak kaldım.
Başka “yatakhane salonları” vardı. Umutsuzlar burada.
Suni umut öğretmeye çalışan öğretmenlerimiz vardı.
Ailesizdik.
Suni ailelerin egolarına uygun olmaya çalışıyorduk.
Ben seçilmek istemedim.
Biliyordum ki kaderim kör, kaderim sağırdı.
Hiçbir yere uymayan alın çizgim vardı.
Alın çizgin,
Suni ailelerin çizgisine denk gelecek ki seni alsın.
Yahut karakterlerinde bir boşluğu dolduracak ise seni kabul edebilir.
Ben sadece konuşmuyordum.
Keşke duymazda olsaydım.
Kim bilir belki sonra da sağır olabilirdim.
Çünkü seçilmediğinizi gördüğünüz zaman, diğer çocukların kahkahaları, senin kanına karışan zehir gibi sen de sıtmaya neden oluyordu.
Duymasaydım, buna neden olmayacaktım.
Seçmelere suni ailelerin karşısına çıkmıyordum.
Hastalanıyordum.
Seçmelerden bir gün önce ateşim oluyordu.
Kusuyordum.
Karnım ağrıyordu.
Kalkamıyordum.
Merak ettiğim suni ailelerin bir çocuk seçmesi ve diğer çocukların bakışlarında ki beni de al diyen mızrak gibi sözcüklere yüreğine saplandığı halde nasıl dayanabildiğidir.
Geride bıraktığı bu bakışları nasıl unutabildiğidir.
Demek ki yürek değilmiş bu.
Boş teneke kutusu.
Tıngır mıngır çalışan bir yürek.
Kansız yürek.
Kansız yüreklerin sevmeleri teneke tıkırtısı gibi çok ses çıkarır. Derinliği yoktur.
Ranzamda yalnızlık ve ölüm kucak kucağa yatar iken, bir de baktım benden yer istemeye çalışan ve yanımda yatmak isteyen “rüzgâr” ile tanıştık.
Benim gibiydi.
Ve kucağımda rüzgâra yer açtım.
Ve bana; “kaderim kör, kaderim sağır. “
Bizler her zaman “yaşama” sarılarak uyumak isteriz.
Öyle bir zaman gelir ki” yaşam” firar eder.
Elinde yalnızca ölüm kalır. Dedi…
Saygıyla