İnsanın elinde ihtiyaç, zaaf, fakr ve aczinden başka bir şey yok! Üstelik insan her yerden, her yönden hücumlara uğramakta. Sayısız musibetlere düşmekte. Sayısız düşmanlarla karşılaşmaktadır. Bütün bunlarla karşı karşıya kalan bîçare / zavallı ve çaeresiz insanın ömrü çok kısa, hayatı ise gayet dağdağalı olup, sıkıntı ve zorluklar içinde geçmekte. Geçim derdiyle bocalayıp durmakta. Kalbi acılarla kıvranmakta, daima ayrılık belâsı içinde yanıp kavrulmaktadır.

Gaflet içinde olduğu için, kabir ve mezarlıkları daimî karanlık bir kapı şeklinde görmekte! İnsanların birer birer, grup grup mezar denen, o karanlık kuyuya atıldıklarına şahit olmakta. Aslında böyle olmadığı hâlde, böyle sanmakta. Bu da insanı dehşete düşürmektedir. Çünkü Allah kuluna, kendisine nasıl muamele edeceğini sanıyorsa, ona öyle davranacaktır. Çünkü Allah, bir kudsî hadiste mealen: “Kulum Beni nasıl tanırsa, ona öyle muamele ederim.” diyor.

Evet insan, aczi ve düşmanlarının çokluğundan dolayı, dayanacak bir istinat noktasına muhtaçtır ki, düşmanlarını def’ etmek için, o noktaya sığınabilsin. Ve bunun gibi ihtiyaçlarının çokluğu ve fakrının şiddeti dolayısiyle de, bir istimdat / yardım isteyecek bir noktaya muhtaçtır ki, onunla ihtiyaçlarını giderebilsin. Çünkü insan, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayansın. Ona güvensin. Hiçbir rengi yok ki, onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki, ona yönelsin. Tıpkı ayna gibi. Aynanın nesi var, mülküm diyebilecek? Herşeyi akisten ibaret. Zaten varlığı bu hiçlikten, bu mülkiyetsizlikten kaynaklanıyor. İnsan da bu vasıfta kendini görmeli ki, var olsun. Demek insanın varlığı yoklukta! Yokluğu varlıkta! Yâni insan kendini var bilirse yoktur. Kendini yok bilirse, vardır. İşte insanın fakrı, bu mânâda anlaşılmalı.

Güneşten ışık alan Kamer / Ay gibiyiz. Evet tıpkı ışığını Güneşten almakla ışıklanan Ay misali. Ay nasıl ki, ışığını Güneşe borçludur. İnsan da varlığını, hayat ışığını Güneşler Güneşi, her şeyin kaynağı Rabbü’l-âlemîn olan Allah karşısındaki fakrını bilmeye borçludur. Aksi takdirde varken yok hükmündedir. Yokluk bilinci ise varlığını gösterir. İşte insan, fakrını böyle idrak etmeli. Varlığını: “Vücûdunu, mûcidine feda et.” hükmünde ifadesini bulan yokluk bilincinde aramalıdır.

İnsan yaratılıştan gayet zayıftır. Halbuki, her şey ona ilişir, onu üzer, ona acı verir. Hem gayet âcizdir. Oysa belâları ve düşmanları pek çok. Hem gayet fakirdir. Halbuki ihtiyaçları pek ziyade. Hem tembel ve güçsüzdür. Oysa hayatın külfeti son derece ağır. Oysa insan oluşu onun kâinatla ilişki kurmasını gerektirir. Üstelik sevdiği, alıştığı şeylerin göz önünden bir bir gidişi ve onlardan ayrı ve uzak kalışı, onu daima incitir. Bütün bunlara rağmen aklı, ona yüksek maksat ve baki meyvelerden haber veriyor. Fakat eli kısa, ömrü kısa. İktidarı, gücü, kuvveti ve sabrı azdır.

Evet, yeryüzünü bir nimet sofrası yapan. Bahar mevsiminde arzı, bir çiçekistan gibi süsleyip, üstüne nice rızıklar serpen; çok cömert bir zâtın misafirine yani insana; fakr ve ihtiyaç içinde bulunması, nasıl acı gelebilir? Nasıl ağır olabilir? Aksine fakr ve ihtiyacı, hoş bir istek ve arzu suretini almalı. İştiha gibi fakrın artmasına sebep olmalı. Onun içindir ki: Kâmil, mükemmel ve olgun insanlar fakr ile fahretmiş / övünmüşlerdir. Sakın yanlış anlaşılmasın. Allah’a karşı fakrını hissedip O’na yalvarmaktır. Yoksa fakrını halka karşı gösterip, dilencilik durumu almak değildir.

Evet, Allah ârifi / Allahı lâyıkıyla bilen, aczden lezzet alır. Allahtan korkmaktan gerçekten mânevî bir haz alır. Evet, havf / Allah korkusunda tarifsiz bir lezzet vardır. Eğer, bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sorulsa: “En lezîz ve en tatlı hâlin nedir?” belki diyecek: “Aczimi, zaafımı anlayıp, annemin tatlı tokatından korkarak, yine annemin şefkatli sinesine sığındığım hâldir.” Halbuki bütün anaların şefkatleri, ancak Rahmetten tecellî eden bir parıltıdır. Onun içindir ki: Kâmil / olgun insanlar, aczde ve Allahtan korkmakta öyle bir tad bulmuşlar ki, kendi kuvvetlerinden şiddetle kaçınıp, Allaha acz ile sığınmışlar. Acz ve Allah’tan korkmayı kendilerine şefaatçi yapmışlar.

Kaldı ki, Cenabı Hakk’a ulaştıracak yollar pek çoktur. Bütün hak yollar Kur’an’dan alınmıştır. Fakat tarikatların bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha genel oluyor. O yollar içinde, Kur’an’dan alınan “Acz, Fakr, Şefkat ve Tefekkür.” yolu en güzeli olup, Aşk gibi, insanı kulluk ve ibadet yoluyla mahbubiyete, yâni sevilen bir kul olmaya ve Rahman ismine eriştirir.