Bir hikâye yaz. Benim hikâyemi… Kimsenin beni unutmasına izin verme. Yeşili sevdiğimi yaz. Ay yüzlü çocukların saçlarını okşadığımda ne kadar hüzünlendiğimden bahset. Karanlıktan ürkme sebebimin ölüm korkusu olduğunu, kalben çektiğim acılar kâfi geldiği için acı biber yemediğimi, ara sıra kendi kendime konuştuğumu da yaz. Hasret kalınmış bir vatanın, uzaklarda yetim kalmış çocuklarını anlat benimle birlikte. Anlat beni. Çünkü anlamıyor insanlar ve inan ki mecburum anlaşılmaya…

Her gecemi Arabat köylüleriyle birlikte Karadeniz’de boğuluyormuşum gibi; her günümü kara bir vagonda, kız kardeşimin nefessiz bedeniyle yan yana çaresizce oturuyormuşum gibi geçirdiğimi anlat. Musa Mahmut’un vatanı için kandil olduğu günden beri, burnumdan kesif bir yanık kokusunun gitmediğini; o kokunun ömrümden ömür eksilttiğini unutma! 

Hiçbir şeye kılıf uydurma hikâyede. “En sevdiğin yemek ne” sorusuna cevap veremezdi, çünkü açlıktan ölündüğüne şahitlik etmişti de!  

Anlat beni. Anlat hikâyemi… Kimsenin yaşananları unutmasına izin verme. Zamanı algılayamadığı için saatleri, yolunu kaybettiği için haritaları yalancı bulanların acılarına ortak ol hikâyemle.

Benim gibi, tren raylarına bakamayanların, Karadeniz denildiğinde içi yananların, bayrak hasretini dindirmek için başını göğe kaldıranların söyledikleri türküleri dinle yazarken. Ey güzel Kırım türküsü “Alusta’dan esken yeller yuzume vurdu, balalıktan osken evge kozyasım duştu” dediğinde, taze nefes alamadığım tüm anlara inat, derin bir nefes çek ciğerlerine…

Avuçlarına, ölmek üzere olan yaşlı bir kadının son arzusunu değil; gecenin bir yarısı korkutularak uyandırılmış, evinden zorla çıkartılmış, yurdundan haksız yere atılmış bir çocuğun, her şeye rağmen “geri dönebilme” ümidini bırakıyorum. Al eline kâğıdı ve kalemi, evime gönder beni…  

Sonra bir hikâye daha yaz. Kimsenin yeni hikâyede mutsuz olmasına izin verme. Hür topraklarda, deli bir kısrak olayım ben. Kanije adında, kehribar renginde…

“QORMAÑ BALALAR! BİR KÜN VATANĞA QAYTARMIZ. ŞEN QAYTARMALAR ÇALARMIZ!”