İbrahim Güray AYTEKİN ÖZEL HABER – ARAŞTIRMA

VAKIF NEDİR TARİHTE İLK VAKIF NE ZAMAN KURULDU

İktisadi anlamda vakıf; kişisel çalışma ve gayretle elde edilen imkânların ve mal varlığının gönül rızasıyla paylaşılmasını öngören hukuki bir sistemdir.Türk Medeni Kanununa göre vakıf; gerçek veya tüzel kişilerin yeterli mal ve hakları belirli ve sürekli bir amaca özgülemeleri ile oluşan tüzel kişiliğe sahip mal topluluklarıdır.

Vakıf, tarih boyunca süregelmiş yardımlaşma ve dayanışma duygusunun kurumsallaşmış halidir. O halde vakıf tüm insanlığın mutluluğunu amaçlayan bir sistemler bütünüdür.Tarihte ilk vakıf; Hazreti Ömer (r.a.)ın Hayber’in fethinden sonra ganimet olarak kendisine düşen bir arazinin satılmaması, miras bırakılmaması ve hibe edilmemesi şartı ile fakir, köle, misafir ve Allah yolunda olanların istifadesi için vermesi ilk vakıf olarak kabul edilmektedir.

Vakıflar, tarih boyunca hangi amaçlarla kurulmuş olurlarsa olsunlar, İslâm ve Türk dünyasında birbirinden önemli çok çeşitli hizmetleri üstlenerek, günümüzde modern devletin yapmakta olduğu çok sayıda kamusal görevi yüzyıllarca başarıyla yerine getirmişlerdir.

Vakıflar, aynı zamanda, servetin zengin kesimlerden toplumun daha fakir kesimlerine doğru akışını önemli ölçüde gerçekleştirerek sosyal dengelerin kurulmasında ve sosyal bütünleşmenin sağlanmasında, içtimaî barışın sürekliliğinde, sınıf çatışmalarının önlenmesinde, kamunun hizmet taleplerinin yerinde karşılanmasında, siyasî ve ekonomik istikrarın sağlanmasında da merkezî yönetimlerin en büyük yardımcıları olmuşlardır.

Vakıfların Anadolu’da hızla yaygınlaşıp önemli hale gelmesinde “sadaka, infak ve hayırda yarışma” ya teşvik edici mahiyetteki ayetlerin yanı sıra şu hadis-i şerifler etkili olmuştur.
“Âdemoğlu vefat edince ameli kesilir; ancak üç husus müstesna: Sadaka-i cariye, faydalı ilim ve kendine dua eden hayırlı evlat” “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır. Malın en hayırlısı Allah yolunda harcanandır. Vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır.”

Vakfın özünde bulunan yardımlaşma ve dayanışma duygusu, Türkler’in İslamiyet öncesindeki geleneklerinde de görülen bir sosyal özellik olduğundan Müslüman olduktan sonraki dönemde de vakıf ve yardımlaşma anlayışı “Allah Rızasını Kazanma İsteği” ile çok daha güçlenerek, genişlemiştir. Bu durum; vakfın belirli toplulukları kapsamasından çok, bütün insanları, hatta hayvanları ve doğayı da içine alacak şekilde genişleyerek enginleşmesine vesile olmuştur.

Osmanlı'da vakıf, bir malın Allah'ın malı olmak üzere ferdî mülkiyetten çıkartarak insanların faydasına sunmaktır. Diğer bir unsur ise vakfedilen mal insanların faydasına olmasıdır. ... Ferdî mülkiyetten çıkarılıp Allah'ın mülkü olarak kabul edilmesiyle vakfedilmiş olunur.Türklerin, İslamiyet öncesinden gelen âdet ve gelenekleri; vakıf anlayışı ve kültürünün bir medeniyet haline gelmesinde önemli katkılar sağlamış, İslâmiyet ile birlikte bu altyapı, semavî değerler ve evrensel ahlâkî ilkelerle inceden inceye işlenerek daha da geliştirilmiştir. Vakıfların hizmetlerinden veya menfaatlerinden yararlanabilmek için ne etnik ne dinî ne de cinsiyet ve sosyal statü olarak bir ön şart aranmamış, hayır hususunda kesinlikle ayrımcılık ve bölgecilik yapılmamıştır.

Osmanlı'ya kadar hiçbir devlet; dil, din, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmadan bütün halkının huzur ve mutluluğunu sağlayacak âdil devlet adamı prototipini ortaya koyan ve ülke kaynaklarının toplumun bütün kesimleri arasında ma’kul ölçülerde paylaşılmasına imkân sağlayan bir sistemi kurarak en müreffeh şehirlerin kurulmasını sağlayamamıştır. Bunun yanı sıra, vakıf kurumunun maddî-manevî kudretinden de tarihte hiçbir ulus Osmanlılar kadar yararlanamamıştır.

Osmanlı insanının günlük hayatında hemen her gün karşılaştığı ve yararlandığı cami, medrese, hastane, han, hamam, köprü, çeşme, su tesisi, imarethâne gibi kamusal nitelikli kurumların neredeyse tamamı, padişahlar ve diğer yönetici zümreler ile bunların yakınlarınca hayrat olarak yaptırılmış, bunların hizmetlerinde sürekliliği sağlamak üzere gelirlerini temin eden kervansaray, bedesten, dükkan, bağ, bahçe gibi diğer mal ve mülkler de akar olarak vakfedilmiştir. Böylece yalnızca Allah Rızası için kurulan vakıflar ve vakıfların topluma sunduğu hizmetler yıllar hatta yüzyıllar boyunca yaşatılabilmiştir.

Gerek sosyal gruplar arasında dostluk, kardeşlik, yardımlaşma ve yakınlaşmanın temininde ve gerekse kamunun belli sosyal kriterlere göre şekillendirilmesinde devletin elindeki en etkili kurumsal vasıta vakıflar olmuştur.
Vakıf kuranlar ve vakıf eser verenler için şu şekilde dua edilmektedir


   


“Her kimse ki; Vakıflarımın bekasına özen ve gelirlerinin artırılmasına itina gösterirse, bağışlayıcı olan Allahu Teâlâ’nın huzurunda ameli güzel ve makbul olup, mükâfatı sayılamayacak kadar çok olsun, dünya üzüntülerinden korunsun ve muhafaza edilsin…”

Vakıfların mallarını yağmalayıp onlardan çıkar elde eden ve vakıf eserlere gerekli bakım ve ihtimamı göstermeyenler için ise şu beddua yapılırVakıfnâmelerde bulunan bu nevî bedduâlar, mânevî bir tehdittir. Çünkü ebedî istikbâl endişesi taşıyan gerçek müminler, âhiretteki hesâbın azâb ile neticelenmesinden korkarak, böyle bir bedduâya mâruz kalmak istemezler ve dâimî bir hassâsiyet içinde hareket ederler.

“Allah’a ve Ahiret gününe inanan, güzel ve temiz olan Hazreti Peygamberi tasdik eden, Sultan, Emir, Bakan, küçük veya büyük herhangi bir kimseye, bu vakfı değiştirmek, bozmak, nakletmek, eksiltmek, başka bir hale getirmek, iptal etmek, işlemez hale getirmek, ihmal etmek ve tebdil etmek helal olmaz.
Kim onun şartlarından herhangi bir şeyi veya kaidelerinden herhangi bir kaideyi bozuk bir yorum ve geçersiz bir yöntemle değiştirir, iptal eder ve değiştirilmesi için uğraşır, fesh edilmesine veya başka bir hale dönüştürülmesine kastederse, haramı üstlenmiş, günaha girmiş ve masiyetleri irtikap etmiş olur…

Osmanlılar, servetin belirli ellerde yoğunlaşarak sosyal refah düzeyinde aşırı farklılaşmalar oluşması ve dolayısıyla içtimaî dengelerin bozulmasını önlemek için, kişilerin kendi istekleriyle kurdukları vakıflardan geniş ölçüde yararlanmışlardır. İmkânı olan herkes bir hayır eseri yaptırmıştır, buna gücü yetmeyenler bir mektep veya camiyi, ya tamir ettirmiş ya da tamirine madden-manen-bedenen katkıda bulunmuş, bunu da yapamayanlar hiç değilse bir çeşme yapımı ya da tamiri ile ilgilenmişlerdir.

Vakıf hangi amaç için yapılmışsa o amaç ortadan kalkmadığı müddetçe vakıf olarak hizmet etmesi gerekir. Bu amacın mutlaka insanlarım faydasına olması gerekmektedir. İnsanların faydasına olmayan bir iş için vakıf yapılamamaktadır. Osmanlı’da eğitim, sağlık, sosyal yardım, diyanet, bayındırlık gibi bütün yardımı vakıflar yapmaktaydı. Yolları, hanları, çeşmeleri vakıflar yapmaktaydı. Her mahallenin bir vakfı olup bunların bütün işlerini vakıflar yapmaktaydı. Dolayısıyla Osmanlı bir vakıf medeniyetiydi.

Vakıf sistemi nihai  şeklini Osmanlı’da almıştır. En yaygın biçimde Osmanlı’da bulunmakla beraber Osmanlı’da vakıf sistemi kurumsallaşmanın zirvesindedir.

Günümüzde modern devletin yüklendiği kamusal hizmetlerin neredeyse tamamı Osmanlı’da vakıflar eliyle yerine getirilmiş, sahip oldukları maddî imkânlara rağmen “hayr u hasenat kültürüne” katkıda bulunmayanlara cemiyet tarafından iyi gözle bakılmamıştır.

Vakıflar kanalıyla, toplumsal servetin önemli bir bölümü, hukuken bir daha geri dönmesi mümkün olmayacak şekilde toplumun en zengin tabakalarından en alt tabakalarına ulaşacak şekilde; bir başka deyişle özel mülkiyete konu olmaktan çıkartılarak toplumsal mülkiyet kategorisine aktarılmıştır. Üstelik bu aktarımın, açık bir zorlama olmaksızın, gönüllü bir şekilde yapıldığı düşünüldüğünde, vakıf konusundaki şuurun ve duyarlılığın Osmanlı döneminde bütün medeniyetleri geride bırakan bir çıtaya ulaştığı görülebilir.

Bundan dolayıdır ki Osmanlı medeniyeti, "vakıf medeniyeti" olarak nitelendirilmiştir.       
Evliya Çelebi, XVII. yüzyıldaki Osmanlı vakıf eserler hakkında, "..ben elli yılda 18 padişahlık ve krallık yere seyahat ettim, hiçbir yerde bu kadar hayrat görmedim" diye yazacaktır.

Osmanlı sosyo-ekonomik ve kültürel hayatının neredeyse tamamını kuşatabilecek şekilde konumlanan vakıf sistemi, günümüzde de dünyanın dört bir yanında hâlâ hayatın vazgeçilmez sosyal ve siyaset kurumları arasında olduğu inkâr edilemez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

Günümüzde, bir vakfın kuruluşu, 1 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medenî Kanununun ilgili hükümlerine göre gerçekleşmektedir. Buna göre, kanunda belirtilen şartları taşıyan gerçek ya da tüzel kişiler vakıf kurabilmektedirler. Eğer kurucu gerçek kişi ise Türk Medenî Kanunu'nda belirlenen fiil ehliyetine sahip olması; tüzelkişi ise fiil ehliyetine sahip olmanın yanında ayrıca, tüzelkişiliğin kuruluş statüsünde vakıf kurabileceğine ve vakfa malvarlığı tahsis edebileceğine dair bir hükmün bulunması gerekmektedir.
     
Selçuklu ve Osmanlı döneminde kurulmuş olan ve bugün yöneticileri hayatta kalmayan vakıflar ise, Türkiye'nin en köklü ve büyük kurumlarından biri olan Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından temsil ve idare edilmektedir.