VAKIF: Lugatte “durmak; durdurmak, alıkoymak anlamındadır. Vakıf (vakf) kelimesi terim olarak, “bir malın sahibi tarafından dînî, içtimâî ve hayrî bir gaye’ye ebediyyen tahsisi” şeklinde hulâsa edilebilecek hukûkî bir muamele ile kurulan ve İslâm Medeniyetinin en önemli unsurlarından birisini teşkil eden bir hayır müessesesini ifade eder. İslâm ülkelerinin cemiyet ve kültür hayatında çok önemli rol oynayan bir hayır müessesesidir.
Vakıf Medeniyeti tüm insanlığa İslâm Dini’nin bahşettiği çok önemli bir kurumdur.
Kur’ân-ı Kerim’de, vakıf terimi-kavramını ve vakıf kurumunu doğrudan tedâî ettirecek sarih bir âyet bulunmamakla birlikte, Allah yolunda harcama yapmayı, fakir, muhtaç kimsesizlere infak ve tasaddukta bulunmayı iyilik yapmada ve takvâ’da yardımlaşmayı, hayır ve yararlı şeylere yönelmeyi tavsiye eden pek çok âyet, Müslüman toplumlarda vakıf kavramı ve uygulamasının esâsını oluşturmuştur. Bunların arasında, husûsiyle “Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça “iyi”ye eremezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmran 3/92)
Pâdişah’lar, vâlide sultanlar, sultan hanımlar, vezir ve paşa’lar kurdukları vakıf’ların vakfiye’lerin başında, istisnasız, “Her kim bunu işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti değiştirirse, günahı onu değiştirenleredir. Şüphesiz Allah (her şeyi) işitir ve (her şeyi) bilir.” (Bakara 2/181) meâlindeki âyet-i Kerime’yi kaydederler-kaydettirirlerdi.
İslâm’da vakıf müessesesi hadislere dayanmakla birlikte, Sadaka-i Câriye mahiyetinde olan ve amme’ye hizmet veren vakıfları, bunların şekil ve şartlarını haksız olarak değiştirenler de vasiyet’leri değiştirenler gibi telakkî edilmiş, onun için de yukarıdaki âyet-i Kerime pek çok vakıf eşya üzerine ve vakıfnâme’lere yazılmıştır.
Vakıf Müessesesi’nin en önemli dayanaklarından birisi de şüphesiz, Müslim’in vasiyet babında naklettiği, Ebû Hüreyre rivayeti şu hadis-i Şerif’tir.
- Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:
- İnsan öldüğünde ameli kesilir. (Amel defteri dürülür). Ancak, üç kişinin amel defteri kapanmaz.
- Devam eden bir sadaka bırakan. (Kişilerin gelirleriyle birlikte meydana getirdikleri vakıf müesseseleri devam ettiği müddetçe amel defteri kapanmaz.) sevap yazılmaya devam eder.
- Geride ilim bırakanlar, talebe yetiştirmek, kitap yazmak suretiyle sürekli faydalanılan ilim bırakanların da amel defterleri aslâ kapanmaz. Ecirlerinin yazılması devam eder.
- Geride salih çocuklar bırakmış, çocuklar onun için sadaka vermeye, hayır du’a’ya devam ettiği müddetçe anne-babaya ecirlerinin yazılması devam eder...
İslâm Tarihinde ilk vakıf, Sevgili Peygamber’imizin Medine’deki ba’zı arâzî’lerinde başka, Fedek ve Hayber’deki hisselerini de Müslüman’ların faydalarına vakfetmesiyle başlamıştır.
Buhârî, Kitâbü’l-Vesâ’ya bahsinde, Amr İbn-i Hâris’ten –ki, Amr İbn-i Hâris Resûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimizin kayın-biraderidir, (Ümmü’l-Mü’minîn-Mü’minlerin anne’lerinden, Cüveyriye bint’l-Haris’in kardeşi idi- şöyle dediği rivayet edilmişti:
- Resûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem vefatı zamanında ne bir dirhem, ne de bir dinar, ne bir (azadlanmamış) köle, ne de bir şey bıraktı. Yalnız beyaz dişi bir ester’le (harb) silahını, bir de (fakir yolculara) vakfettiği (Fedek ve Hayber’deki) araziyi bıraktı.
Resûl-i Ekrem’in altı ester’i vardı.
- Bağle-i Şehbâ’dır ki, buna Düldül denilirdi. Makavkıs tarafından hediye edilmişti.
- Fıdda denilen ve Ferve İbn-i Amr tarafından hediye edilen bir katırdır, ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz bunu Ebû Bekr radiya’llahu anh’e hediye etmiştir.
- Dûmetü’l-Cendel emiri tarafından hediye edilmiştir.
- Eyle Melîki İbnü’l-Ulemâ tarafından hediye edilmiştir. Buna Eyliyye denilirdi. Müslim Beyzâ budur demiştir.
- Necâşî tarafından hediye edilmiştir.
- Kisra tarafından hediye edildiği rivâyet edilen bir başka katırdır. Bu altı katır arasından yalnızca Eyle Melik’i’nin hediye ettiği dişi katır Beyzâ namını ihraz etmişti.
Resûl-i Ekrem Efendimizin irtihalinde Düldül adlı katırdan başkası ölmüştü. İrtihal-i Peygamberî’den sonra Düldül’e Haz.Ali radiyallahu anh Efendimiz sahiplik etmiş, Haz.Ali’nin irtihalinden sonra da Düldül Abdullah İbn-i Ca’fer’e intikâl etmiş olup, iyice yaşlanmış bir durumdaydı. Bu cihetle artık kendisine verilen arpa kırma halinde veriliyordu. Düldül, Haz.Muâviye’nin devri iktidarına kadar yaşamış, nihâyet Yenbû’de ölmüştür.
- Resûl-i Ekrem Efendimizin on dört kılıcı vardı. Bunlar’dan en meşhuru Zülfikâr idi. Bedir Gazâsında ganimet olarak Peygamber’imizin hissesine düşmüştü. Zülfikâr, İrtihâl-i Peygamberî’de Resûlullah’ın yanında bulunuyordu. İrtihalinden çok kısa bir zaman evvel Haz.Ali’ye hibe etti. Bilâhere bu kılıç Muhammed İbn-i Hanafiyye’ye, sonra Muhammed İbn-i Abdullah İbn-i Hasan, İbn-i Hüseyin radiya’llâhu anhüm’e intikal etmiştir.
Ayrıca Resûl-i Ekrem Efendimizin beş adet de süngüsü vardı...
Vakf’ın ve vasiyet’in ne zaman yapılması gerektiğini çok güzel bir şekilde gösteren Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği şu hadis-i Şerif’tir:
- Ebû Hüreyre radiya’llahu anh’ten şöyle rivayet edilmiştir:
Ebû Hüreyre demiştir ki;
- Bir kerre Nebî salla’llahu aleyhi ve sellem’e bir kimse (gelerek):
- Yâ Resûla’llah! Hangi sadaka efdaldir (daha faziletlidir, sevap cihetiyle daha büyüktür?) diye sormuştu. Resûl-i Ekrem:
- Sadaka’nın efdali, vücudun tamâmen sıhhatte bulunup mal canlısı olarak zenginlikten hoşlanıp fakirlikten korkarak verdiğin sadakadır. Ey Sâil! (Ey soru soran!) Sen sadakanı can hulkuma yaklaşıp da: (can boğaza geldiğinde)
- Şu malım fülanındır, bu malım da falanındır, diye vasiyet etmeye başladığın, halbuki, o mâl, falan (vâris)’in olduğu son dem-i hayatına kadar te’hir etme!” diye cevap verdi...
- Peygamber’imizden sonra İslâm’da ilk vâkıflar:
İbn-i Ömer radiya’llahu anhüma’dan rivayet olunduğuna göre, İbn-i Ömer, Peder’leri Haz.Ömer Resûlüllah salla’llahu aleyhi ve sellem’in Zaman-ı Saâdetinde, “Semağ” denilen kendi öz malı bir hurmalığı vakfetmek isteyerek:
- Yâ Resûla’llâh! Ben nazarımda en güzel ve kıymetli hurmalığa mâlik bulunuyorum. Hâlis kazancım olan bu malımı vakfetmek istiyorum, diye Resûl-i Ekrem’den sormuş, Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem:
- Bu hurmalığın aslını rakabesini vakfet! Artık o satılmaz, hibe edilmez, vâris olunmaz. Yalnız onun mahsûlü (müstehakkına-hak sahibine) infâk edilir, yedirilir, buyurdu. Ömer de bu malını o suretle vakfetti. Ve bu sadakası Allah yolunda gazâ eden mücâhid’lere esâretten kurtulmak isteyen köle’lere, misâfirlere, vâkıf’ın yakın akrabasına meşrût idi. (şart koşulmuştu)
Bununla beraber mütevellî nasb olunan kimsenin, vâkıfın rakabesine tecâvüz etmeyerek yalnız nemâsından örfe göre yemisinde yâhud dostuna yedirmesinde de bir günah yoktur.
Cezîretü’l-Arab’ın, yâni, Mekke’nin, Medine-i Münevvere’nin, kadîm sorunu su mes’elesidir; Müslüman’lar Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye hicret edince, kalabalıklaşan Medine’de içme suyuna ihtiyaç hasıl olmuştu.
Medine’de, Gifar oğullarına ait Rûme adında bir pınar vardı. Gifar oğulları Medine’nin en varlıklı Yahûdi ailelerinden ve kabilelerinden birisiydi. Rûme Pınarının suyunu, bir kırbası bir müd, 1040 dirhem bedelle satılıyordu. Müslüman’lar fakirdiler, bu kadar pahalı bir suyu alamıyorlardı, başkaca da içecek su bulunmuyordu. Bunun üzerine, Haz.Peygamber salla’llahu aleyhi ve sellem:
- “Kim Rûme kuyusunu cennet’de göreceği hayır mukabilinde satın alır? Ve kendi kovasını Müslüman’ların kovasıyla ortak kılar?” buyurması üzerine Haz.Osman, her ne pahasına olursa olsun, Rûme Pınarını satın almak ister, fakat satmazlar. Ancak büyük bir bedel karşılığı %50-50 ortak olur. Kuyunun bir günlük tasarrufu Yahûdî’lerin, bir günlük tasarruf hakkı Haz.Osman’a ait olacaktı.
Haz.Osman kendi nöbetinde Müslüman’lardan hiç para almadığı için bütün Müslüman’lar, kuyunun tasarrufu Haz.Osman’da iken sularını alıyor, tasarruf Yahûdiye geçince hiç kimse su almıyordu. Dolaysiyle Rûme Pınarı kâr’dan zarar etmeye başladı, Yahûdi hissesini otuz beş bin dinar karşılığı Haz.Osman’a satmış, Haz.Osman, Rûme Pınarı’nın suyunu artırmak üzere daha da genişletmiş ve Müslüman’lara vakfetmişti. Rûme Kuyusu Vakfı, hem İslâm’ın ilk vakıflarından birisidir, hem de İslâm’da ilk su vakfıdır.
Haz.Halid İbn-i Velid, tüm harb âletlerini ve atlarını, Haz.Ali, bir arazisini ve Yenbu’da bulunan bir su kaynağını vakfetmiş, diğer sahâbî’ler de ev ve arsa gibi mülklerini hep vakıf haline getirmişlerdir.
Câbir İbn-i Abdullah’ın, “Ben, muhâcir ve ensar’dan mal sahibi olup da vakıf yapmamış bir kimse bilmiyorum,” dediğini rivâyet etmişlerdir...
İslâm tarihinde, ilerleyen dönemlerde de, İslâm toplumlarında vakıf tatbikatı giderek artmış, erken devirlerden i’tibâren vakıf kurumu, fıkıh literatüründe bütün yönleriyle ve türleriyle ele alınmaya başlanmıştır...