Önceki makalemde, İstanbul Kapalı-Çarşısı’nın tarihi ve meşhur “Çukur-Muhallebicisi”ni konu edineceğimi yazmıştım. Ancak, “evdeki pazar çarşıya uymadı” darbımeseli ile sizlerden özür dilerken, kendime görev saydığım hayırlı bir sebepten dolayı sözümde duramamış olduğumu da ayrıca belirtmeyi aynı şekilde görev addetmekteyim. Durum aynen şudur, geçtiğimiz günlerde Konya-Karaman Üniversitesi’nde, öğrencilerin davetlisi olarak bir konferans verdim ve mutlu bir netice ile çok şükür İstanbul’a döndüm ve çok şükür ofisimde, bilgisayarımın başına geçebilme mutluluğunu tatmaktayım. Konferans dolayısıyla gittiğim ve gezebildiğim Karaman ve Konya’daki intibalarımı, inşallah bir başka yazımda sizlere aktaracağım. Gelelim bugünkü makalemize. Başlığından da anlışalacağı gibi, yine bendenizi sadece rahatsız da değil, tamamen üzen bazı önemsiz(!) meseleleri siz değerli okuyucularımla paylaşmak istedim ve kendi kendime dedim ki: “İyi ki değerli okuyucularım var da” üzüntülerimi paylaşabilecek, benimle aynı duyguları taşıdıklarına emin bulunduğum dostlarım olabilmektedir. İşte ben zenginlik buna derim. Sonsuz şükürler olsun!...
Gerçi biraz geç olacak ama, tarihi “İstanbul Kapalı Çarşısını”, film çekim platosu sanan şımarık ABD sinemacıları çekim için bula, bula tarihi Kapalı Çarşımızın damını bulmuş ve mezkûr damda motosikletle kovalamaca sahnesi çekmeye kalkışmışlar.. Çarşı içinde de 320 yıllık meşhur “Çukur Muhallebicinin” ki, günümüzde maalesef “Kuyum satış mağzası” konumundadır. Yânî asıl kimliğini yitirdiği yıllar olmuştur (takriben 1970’ler) aynı motosikletlerden birisi gelip, dükkânın alt vitrinine çarparak, kristal camını kırmış vs.
O tarihlerdeki ABD uzantısı bazı gazetelerde başlık: (KAPALIÇARŞI’DA “BOND” KAZASI) Dahası iyi ki filmciler dama çıkmış da böylece çarşı damının bakımsızlığı meydana çıkmış?!...
Acaba bizim filmcilerimiz böylesi saçma sahneler çekmeye kalkışacak ve aynı olaylar zuhur etseydi durum ne olurdu?.. Hemen söyleyelim, hiçbir şey olmazdı. Çünkü, kattiyen müsaade edilmezdi de ondan!...
Gelelim, tarihi ve meşhur “Çukur Muhallebiciye”. Muhallebici olarak takriben 1965’lere, “Muhallebici ve Kebapçı” olarak ise takriben 1970’lere kadar sürdürebilmiş 1980’lerden sonra ise şekli dahi değiştirilerek “Turistik kuyum” takıları satan minik bir kuyumcu dükkânına çevrilmiş ve böylece günümüze kadar gelebilmiş...
Diyebilirim ki, kuyum mağazası oluşu en isabetli değişim olmuş. Meselâ tamamen ortadan kaldırılabilirdi de, benzeri facialar çok ama pek çok olmuştur...
Bendeniz bu tarihi mekânı, takriben 11-12 yaşlarımdan beri bilmiş ve hatta o pek meşhur “Su-Muhallebisini” de yiyebilmek zevkine varabilmiş bir kadim İstanbulluyum. Tabağı (15. Kur.) olan bu su-muhallebisi hemen her İstanbul Hanımefendisi’nin tatmaktan özel bir haz duyduğu bir sütlü tatlı türü idi: Bilindiği gibi, şekersiz ve sade olarak imal edilir, üzerine gül-suyu ve pudra şekeri serpilerek, pirinç madeninden imal edilmiş özel-üçgen kaşığı ile müşterilere sunulurdu. Ahşap ve sade bir yapı olup iki katlı ve damı kule şeklindeydi. Yan tarafında bulunan ve devamlı akan mermer havuzlu bir yalağı vardı ki, gayet soğuk olan suyu ile bir çok insanı serinletmiştir.. Hele semtin dükkânlarında çalışan çıraklar, yalağın başından adeta ayrılmaz ve beraber getirdikleri şişe veya testilerini doldurarak dükkânlarına götürürlerdi. Sonradan bu yalağa çeşme musluğu takılmıştır. Yazın sıcak günlerinde oradan geçen bir çok insan elini, yüzünü yıkayarak serinlerlerdi. Yabancı turistlerin dahi dikkatlerini çeken bu meşhur mekân, herhâlde onların ellerinde olsa, kılına dahi dokundurtmazlar ve aynı şekli ile muhafaza ederlerdi!..
Heyhat ki, bizlerde bu duygu, bu inanç yoklara karışmış. Zira eskiden bizlerde de var olduğunu günümüz insanına ispatlayan ve (1956-1957) istimlâk hareketi esnasında kör kazmanın kurbanı olup yoklara karışan nice değerli tarihi mekanlarımız vardı...
“DÜNYADAN BİR SAÇ TANRISI GEÇTİ” DİYENLER DE VAR?...
Dünya’nın en meşhur saç modellerinden olan “Bob”u kadın modasına sokan şahıs, Vidas Sasson (84) yaşında vefat etmiş olduğunun haberini geçen İstanbul gazetelerinden birisi, mezkûr başlığı atmış ve bu habere karşı hemen hiç bir tepki görülmemiştir?... Demek ki, insandan Tanrı(!) da olabiliyormuş?!...
BAŞKAN OBAMA VE EŞCİNSEL EVLİLİK MESELESİ!...
ABD Devlet Başkanı Obama: Eşcinsel evliliklere izin verilmesinden yana olduğunu açıklamış. Gazeteye göre Başkan bu çıkışı ile muhafazakârları kızdırmış olmasına rağmen, yeni nesillerin kalbini kazanmışmış. Dahası, mezkûr açıklamasından sonra: Seçim kampanyası için kendisine (1 milyon dolar) bağışta bulunulmuş!..
Demek ki; ABD’nin yeni nesilleri çoğunlukla “eşcinsellerden” müteşekkil?...
Gerçekten dünya son derece iyiye doğru(!) gidiyor denebilir mi?...
METRESDEN, FİRST-LADY        OLUR MU?...
Evet! Hemen herkes bir nebze olsun oturup düşünsün; bir devletin hem de önemli bir devletin başına geçen şahsiyetin nikâhsız yaşadığı kadını, Başkan eşi olarak(!) milletine takdim edecek ve de bizdeki gazeteler bu haberi, hayatın normal bir parçası gibi göstermeye çalışarak geçmişlerdir?!...
Ayrıca yoruma lüzum var mı?...
EVCİMEN KADIN AŞKIN             KATİLİ İMİŞ!...
Bir hanım gazete yazarı; günlük makalesinde, “Evcimen kadınların günlük meşgalelerinin ağırlığı sebebiyle aşk’a zaman ayıramadıklarını” vs. yazmışlar ve ayrıca şu notu geçmişler: (Kadının erkekte “hıyarlık” olarak gördüğü bir sürü davranış aslında “aşkın iyiliği” içindir.) vs. ile devam etmekte ve kendince “Evcimen” kadın ile bağımsız yaşayan kadın arasındaki farkı belirtmeye çalışmakta ve erkeklerin ikinci kadını tercih edebilecekleri fikrini savunmaktadır!...
Peki, ev işleri içinde aşırı yorulduğundan, aşka vakti olmayan kadını tenkit ederken, diğer taraftan “iş-kadınlarından” hiç mi hiç söz etmemekte, ancak kadınların, erkekleri “hıyarlıkla” suçlamalarına da karşı çıkmaktadır!..
İlk şu noktayı açıklığa kavuşturalım: İş hayatındaki kadınlar da aşırı yorulmakta mıdır?.. İş hayatı kolay mıdır!... Dahası evcimen kadın sadece evinin hizmetkârıdır. İş kadını ise: Patronundan, mesai arkadaşlarına varıncaya kadar bir dizi sorumluluğun altında ezilir durur...
Peki buna rağmen rahat, rahat aşk yapıp, kocasını tatmin edebiliyor mu?... Hiç mi hiç sanmıyorum. Çünkü, iş hayatının yabancısı değilim!..
Gelelim “Aşk” deyimine. Hanım yazar “Aşk” sözcüğünü yanlış adreste kullanmakta. Zira; “Aşk” sözcüğü, “Seks”i değil, ulvi bir hissin, yanî duygunun tezahüründen hasıl olur ve o sevgi bağı ömür boyu sürer gider. Dolayısıyla; seksin adını kamufle edebilmek için, ona “aşk” demek, gerçekten en büyük haksızlık olur.
Erkeklerin “hıyarlığına” gelince... Bu kaba deyimi, aynen sahibi olan gazeteci hanımefendiye iade ediyor, çoban salatası yapıp afiyetle yemesini tavsiye ediyorum efendim.
Bizim erkeklerimiz ne damızlıktır ve ne de kaba. Kadınlarımız da; ne seks delisidir ve ne de erkek düşmanı. Bizim toplumumuzu temelden bozabilmek için yıllardır gayret sarf etmekte ve insanlarımıza, dürbünü tersinden göstermektedirler. Kadın-erkek hakları, kadın-erkek eşitliği vs. görünürde gayet masum ve hak, hukuk bahsinde Batı dünyasını dahi gölgede bırakan ve insan hakları açısından hemen herkesi hayrette bırakan modern görüşlere uygun yasalar meydana getirilmekteydi. Bu meyanda körpecik kızlar, olgun kadınlar vs. diskolar, gece-kulüpleri, okul sıralarından başlayan “aşkım, maşkım” deyimleriyle küçük yaşlarda sekse bulaşma ve bu meyanda “esrar, kokain ve eroin” gibi iğrenç alışkanlıkların “ilk-orta ve liselerde” boy göstermesi; körpecik çiftlerin evlendiklerinden birkaç ay sonra mahkeme kapılarına koşarak boşanma davaları açmaları vs. Bütün bunlar olağan meseleler midir?.. Dolar bazında maaş alıp, ulu-orta ahkâm kesmek, hemen herkes için kolaydır. Günümüz kadını, bilhassa şehirli hanımların ev işleri eskisi kadar ağır değildir: “çamaşır-makinesi, bulaşık-makinesi, elektrik-süpürgesi, elektrikli ve gazlı fırın, vs.” teknolojinin bahşettiği daha birçok değişik ev hizmetinde kullanılan muhtelif araçlar mevcuttur. Hele doğal-gaz tesisleri ise; evi ısıtmaktan, banyoya varıncaya kadar, muhtelif alanlarda hizmete hazırdır.”
Buna rağmen, ev-hanımlığının insanı yorucu ve öylesine yorucu ki, kadını takatsiz bırakıp, (seks yapmasına) dahi mani(!) teşkil etmekte imiş?!... Aşk demiyor, seks diyorum çünkü aslı budur.
Kadın-Erkek eşitliği bahsinde. Bu eşitlik: Kadının da geceleri bar-pavyon dolaşıp, zil-zurna sarhoş olmasıyla mı sağlanmış oluyor?... Sakın böyle bir şey yok denmesin. Çünkü, TV’lerdeki adına “paparazzi” denen ve hemen herkesin özel hayatına burnunu sokan bir takım teşhirci programlarında hemen her gün mevcuttur..
Yarı beline kadar çıplak, patavatsız hareket ve konuşmalarla mı kadın medeni olmakta ve erkekleri “taciz ediyorlar” iddialarıyla suçlama hakkını elde etmektedir?...
Bizlerin hayat kaynağı olarak, kabullenip, başımıza taç ettiğimiz kadınlarımızla böylesine örtüşmeyen hâllerle karşılaşacağımız ve en acımasız şekilde “Kadın-Erkek” ayırımına gidilmesi vs. “Millî aile varlığımızı” yitirmek üzere olduğumuzun en açık resmidir!...
FUTBOL VE KADIN!...
Bilindiği gibi, genç kız ve genç kadınlarımızın futbol ile yakından ilgilenmelerini sağlayabilmek için elden geleni yaparak, nihayet futbolu onlara sevdirdik ve nihayet futbol stadyumlardaki seyirciler arasında bayanlar da yer almaya başlamıştı. Bunda asıl maksat: (Stadyumlardaki ağır küfürlü seyircileri bir nevi susturup, azaltabilmek ve böylece stadyumlardaki çirkin bağrışmalara son verebilmekti.) Bu hususta tek güvence; “Bayanların olduğu bir ortamda, erkeklerin daha edepli olacaklarına inanılmaktaydı.”
Ancak bu inancın çok yanlış olduğunu zaman hemen herkese gösterdi. Şöyle ki, toplumumuzda sistemli şekilde yerleşen ahlaki çöküntü, sadece erkekleri değil, bayanlara da sirayet etmişti ve bu yozlaşmayı tertipleyen hangi gizli güç ise(!) son derece sessiz ve sistemli bir tarzda: “Sesli, sessiz basını ve geçtiğimiz günlerde TV’yi de kendi saflarına çekerek, çok rahat şekilde ahlaki yozlaştırmayı, dilediğince uygulamaya koyuldu ki, hâlâ devam edip gitmektedir...”
Basın ve TV’nin ekseriyetle bu yozlaşmaya ortak koşmasında başlıca unsur “maddi çıkar” konusu olmuştur. Meselâ yeni dünya ne buyurmuş: (KARŞILIĞI DOLAR OLMAYAN HİÇ BİR FİKİR DEĞER TAŞIMAZ!) ve böylece para lüksü, lüks ise parayı adres gösterince; “doların kölesi olduk çıktık!”. Gerçi istisna olanlarımız var ama, bu neyi değiştirir ki!...
Böyle bir ortamda yetişen gençler ise, kendi başına buyruk bir yaşantıyı tercih edince, olan olmuş; kızı da erkeği de kendilerini tam manada bir boşlukta buldular... Günümüz gençleri uskuru kopmuş bir gemiye dönmüş durumda, akıntı nereye sürüklerse, oraya gitmeye mahkûm: yani kayalara da oturtabilir, rahat bir limana da geçebilir. Bu onların şansına bağlı bir şey!...
Evet, genç kız ve kadınlarımız futbol stadyumlarında boy gösterdiler ancak, bu hiç de beklendiği şekilde olmamış ve de maça giden kız ve kadınlar tezahürat yaparken, erkeklerin dahi pek cüret edemeyecekleri türden ağır küfürlerle, erkekleri dahi geride bırakmaktaydılar..
Nitekim bu durumdan rahatsız olan Sayın Başbakanımız Tayyip Erdoğan, bu durumdan şikâyet ederek: (KÜFÜRLERİ DUYUNCA NEVRİM DÖNÜYOR!) diyerek sitem etmiş ve sözlerine şöyle devam etmişlerdi:
(Hanım dediğim zaman farklı bakarım. Ama nasıl küfrettiklerini görünce, şahsen nevrim dönüyor. Yarabbi nedir bu hal!) demişler.
Görülüyor ki, sadece erkeklerimiz değil, bayanlarımız da yozlaşma batağına saplanmış durumdalar!... Demem odur ki, kadın haklarını koruyoruz diyerek, bayanları hemen her açıdan erkekleştirmekte, erkekleri de açık söylüyorum istisnalar kaideyi bozmaz bayanlaştırıyoruz...
Bazen düşünüyorum da içinden bir türlü çıkamıyorum?!... Ve de diyorum ki, acaba rüya mı görmekteyim?... Keşke, keşke öyle olsaydı, hemen hepsi de rüya olsaydı!... Ama ne acıdır ki değil, hemen hiç birisi de rüya değil!...
Bir talebe dizisi var ve de ne dizi, ne dizi: Yoksulların çocukları, külliyen mert ve dürüst gençler, Zenginlerin çocukları ise; hemen her pislik, her mendeburluk, her kalleşlik onlarda... Dizinin tanıtım sloganı ise şöyle: (EN BÜYÜK ZENGİNLİKLERİ YOKSULLUKLARI BİR DE AŞKLARI...)
Şimdi soruyorum: Yoksulluğun neresi zenginliktir... Mahrumiyet mi, cehalet mi, horlanmak mı? Mı, mı, mi, mi ve de bunlar sonsuz olarak artar durur!.. Şimdi soruyorum: Diziye böyle eksantrik bir yafta yapıştıranlar! Sizlere soruyorum: Sizler hiç yoksul oldunuz mu?..., Yoksulluğun zenginliğini(!) hiç tattınız mı?..
Bir kolej ki, düşman başına... Hemen her talebenin aşkım dediği bir yavuklusu var; bahçe, koridor vs. onların sevişip, koklaştıkları mekanlar... Peki, öğrenim, o ne durumda?... Onu da, Müdüre Hanım idare etmekte(!) velilerden okul için aldığı maddi yardımlar karşılığı, o problemi de halletmekteydi!...
SÜLÜMAN DEĞİL, SÜLEYMAN!
Hz.Pâdişahımız, Kanuni Sultan Süleyman Hân, Yüce Milletimizin her daim iftihar ettiği ve bütün dünyanın (Kanuni) sıfatıyla bilip andığı bir yüce Pâdişah, bir yüce Halife-i İslam’dır! Hemen her Müslüman Türk ve tabii ki, katıksız ve dini bütün “Türk ve Müslüman” ise!..
Denecektir ki: (Sen Müslüman mısın ki, İslâm’ın hakkını arıyorsun?...) Cevabım şu olacaktır ve kendini Türk ve İslâm hisseden hemen her mü’min lütfen okusun ve kulağına küpe etsin de şanlı tarihimiz hakkında yanlış ve maksatlı bilgiler aktarmış bulunan bazı sözde tarihçilerin zehirli tesirinden kurtularak, gerçek tarihine ve Müslim, Gayr-ı Müslim, millet bütünlüğüne yapışsın... Hem öylesine yapışsın ki, hiçbir düşman o muazzam birlik, beraberlik kalesini asla ve asla yıkamasın!
Hazreti Padişahlarımız da, Atatürk’ümüz de cümlemizindir. Uzun asırlara dayanan müşterek tarihimiz, müşterek yaşantımız, müşterek adetlerimiz var. Başımızda dalgalanan ve ilelebet dalgalanacak olan “Ay-Yıldızlı Bayrağımız” müşterek namusumuz, müşterek şerefimizdir. Dolayısıyla mensubu bulunduğumuz Yüce Türk Milletinin hemen her tasası, her neşesi bizlerin de tasası ve neşesidir!
Saygıdeğer okuyucularım, yeni bir makalemde buluşuncaya kadar; sevgi ve saygılarımla hayat boyu mutluluklar diliyorum efendim.