Değerli okuyucular,

Yusuf Nabi tanınan ismi ile Şair Nabi, 1052’de (1642) Ruha’da (Şanlıurfa) doğdu. Asıl adı Yusuf olmasına rağmen herkes onu Nâbî mahlasıyla tanıdı. Şanlıurfa da onu Gaffarzâde veya Karakapıcılar ailesine mensup olduğu söylenir. O dönemlerde kardeşi Seyyid Ahmed’in el yazması bir el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye’nin iç kapağına yazdığı kayıttan anlaşıldığına göre babasının adı Seyyid Mustafa, dedesi Seyyid Mahmud, dedesinin babası Seyyid Muhammed Bâkır ve onun babası Şeyh Ahmed-i Nakşibendî’dir. Ayrıca başka erkek ve kız kardeşlerinin bulunduğu bilinmektedir. Yusuf Nâbî, Hayriyye’sinin baş tarafında oğluna, atalarının ilim sayesinde yüksek mertebelere ulaştıklarını ve nesebinin ünlü olduğunu hatırlatmaktadır.

YUSUF NABİ’NİN EĞİTİM HAYATI

Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Urfa’da geçiren Yusuf Nâbî’nin burada Arapça ve Farsça öğrendiği ve iyi bir eğitim almıştır. Bazı rivayetlere göre, daha erginlik yaşlarında iken Yâkub Halife adında bir şeyhe intisap etmiş ve tasavvufa yönelmiştir. Çobanlığını yaptığı bu şeyh onu 1076( 1666) İstanbul’a gitmesi için teşvik etmiştir.

YUSUF NABİ İSTANBUL'DA

Genç ve toy olan Yusuf Nabi İstanbul'u beklemediği gibi görünce bir şiirinde hayal kırıklığına uğradığını yazar. Fakat çok geçmeden Sultan IV. Mehmed’in musâhibi Damadı Mustafa Paşa ile tanıştığında onun ölümüne kadar (1098/1687) süren bu dostluk sayesinde oldukça rahat bir hayatı geçer. Daha sonra ikinci vezirlik pâyesine de ulaşan paşanın onu kendisine divan kâtibi seçmesinden sonra yazdığı şiirleri Nâilî gibi çağının büyük şairleri tarafından tanınmaya ve şiirleri takdir edilmeye başlandı.

OSMANLI -LEHİSTAN SAVAŞI

Artık Şair Nabi olarak anılan Yusuf Nabi, Osmanlı Padişahı IV. Mehmed' e yakın olduğu bir dönemde Musâhib Mustafa Paşa’nın maiyetinde Lehistan seferine katılır. Bu seferde Ukrayna da bulunan Kamaniçe kentini-27 Ağustos 1672), 1672-1676 Osmanlı-Lehistan Savaşı'nda Padişah IV. Mehmed komutasındaki 200.000 bin Osmanlı ordusu Ukrayna'nın kilidi konumundaki Kamaniçe Kalesi'ni 9 günlük kuşatmadan sonra fethedilir. Kamaniçe fethi üzerine Şair Nabi iki önemli tarih' e düşmüş olur. Bunlardan biri Ukrayna' nın içinde bulunan bir Polonya kalesi olan Kamaniçe' nın kapısına da yazılmıştır. Padişah IV. Mehmet Edirne’de bulunduğu 1086 (1675) yılında oğulları Mustafa ve Ahmet şehzadeleri için düzenlenen ihtişamlı sünnet düğününe katılan Şair Nâbî on beş gün süren bu şenliği Sûrnâme’sinde âdeta bir belge niteliğinde anlatır.

ŞAİR NABİ MEDİNE MÜNEVVER' DE

Şair Nabi hac ferizasını 1089’da (1678-79) eda etmek için padişahtan izin alınca Mısır Valisi Abdurrahman Abdi Paşa’ya bu konuda bir de ferman yazılmıştır. Daha sonradan sadrazamlığa kadar yükselen Râmi Mehmed’i de yanına alarak Urfa yoluyla Medîne-i Münevvere’ye gider. Kâfile Medîne’ye yaklaşırken Yusuf Nâbî, heyecandan uykusuz hâle gelir. Kâfile de bulunan bir paşanın gafleten ayağını, Medîne-i Münevvere’ye doğru uzattığını görür. Bu durumdan çok müteessir olarak meşhur olan na’tı "Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu” mısralarla başlayan ünlü na‘t-gazelini kaleme alır.

Sabah namazına yakın kâfile Medîne-i Münevvere’ye yaklaşırken Nâbî, yazdığı na’tin Mescid-i Nebî’nin minârelerinden okunduğunu duyar:

Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu;

Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu.

Habîb-i kibriyâ’nın hâbgâhıdır fazilette

Teveffuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâdır bu

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil

Amâdan açtı muvcûdat çeşmin tûtiyâdır bu

Felekte mâh-i nev Bâbü’s-selâm’ın sîne-çâkidir

Bunun kandili Cevzâ matlâ-i nûr-i ziyâdır bu

Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,

Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.

Okunan bu mısralar karşısında çok heyecanlanan şâir Nâbî, hemen müezzini bulur:

“Bu na’ti kimden ve nasıl öğrendiniz?” Diye sorar.

Müezzin:

“Bu gece Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi Vesellem- rüyâmızda bize;

"Ümmetimden Nâbî isimli bir şâir beni ziyarete geliyor. Bu zât bana son derece aşk ve muhabbetle doludur. Bu aşkı sebebiyle onu Medîne minârelerinden kendi na’ti ile karşılayın!" Buyurdu. Biz de bu emri nebevîyi yerine getirdik.” Der.

Nâbî, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Hem ağlar, hem de şunları söyler:

“Demek ki Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi Vesellem- bana, ümmetim "ümmetim" dedi! Demek ki, İki Cihân Güneşi beni ümmetliğe kabul buyurdu!"

HAC DÖNÜŞÜ

Hac dönüşünde Mustafa Paşa’nın kethüdâlığına yükselen şairin Tuhfetü’l-Haremeyn adlı eseri bu seyahatin mahsulüdür. Kendi arzusuyla paşanın kethüdâlığından ayrılınca çevresinin vefasızlığı yüzünden sitemlerle dolu “Kasîde-i Azliyye”sini yazan Nâbî, Mustafa Paşa kaptan-ı deryâlıkla saraydan uzaklaştırıldığı zaman (1094/1683) maiyetinde giderek onun 1098 (1687) yılında ölümüne kadar Boğazhisar’da (Seddülbahir) kaldı. Ardından Halep’e yerleşen şair burada evlendikten sonra Ebülhayr Mehmet Çelebi ve Mehmet Emin adında iki çocuğu dünyaya gelir. Orada devletin kendisine sağladığı maaşla tahsis edilen mâlikânede rahat bir hayat sürer.

Şair Nâbî, II. Süleyman’ın ve II. Ahmed’in tahta çıkışına sessiz kalmasına rağmen 1106’da (1695) padişah olan II. Mustafa’ya ve 1114’te (1703) tahta oturan III. Ahmed’e birer cülûs kasidesi yolladı. Halep’te Hacı Ali Paşa, Amcazâde Hüseyin Paşa, Daltaban Mustafa Paşa gibi yüksek mevkilere tayin edilen dostlarına kasideler yazdığı bu dönemde ünlü eseri Hayriyye’yi tamamladı. III. Ahmed de eskiden beri tanıyıp sevdiği Nâbî’ye armağanlar gönderdi. Ancak Çorlulu Ali Paşa sadârete getirilince (1117/1706) mâlikânesi elinden alınmış ve aylığı kesilmişse de bu durum çok sürmemiştir. “Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz” mısraı ile başlayan gazelini bu günlerde yazar.

Halep valisi iken 1121’de (1710) ikinci defa sadrazamlığa getirilen Baltacı Mehmed Paşa, İstanbul’a giderken Nâbî’yi de beraberinde götürür. Bu vesile ile şairin yazdığı methiye İstanbul hasretini başarılı bir şekilde dile getirmektedir. Nâbî, bu son İstanbul devresinde özellikle şiir ve kültür çevrelerince zamanın şeyhü’ş-şuarâsı olarak kabul edilmiş, büyük bir takdir ve hayranlık görmüştür. Nitekim Sâbit ve Seyyid Vehbî gibi çağın önemli şairleri Nâbî’nin İstanbul’a gelişini memnuniyetle karşıladılar. Bu devrede Darphâne eminliğiyle görevlendirilen, bir süre sonra da başmukabelecilik ve mukābele-i süvârî mansıplığına getirilen Nâbî, derlediği Münşeât’ını gözden geçirerek ona bir mukaddime yazmıştır.

ŞAİR NABİ’NİN VEFATI

1712 yılının baharında ağır şekilde hastalanan Yusuf Nâbî, Farsça bir tarih kıtası yazdı. Ölümüne işaret eden bu kıta bazılarınca onun ermişliğine yorumlanmıştır.

Nâbî 6 Rebîülevvel 1124 (13 Nisan 1712) tarihinde vefat etti ve Üsküdar’da Karacaahmet Mezarlığı’nda Miskinler Tekkesi sofasına defnedildi. “Zelîhâ-yı cihandan çekti dâmen Yûsuf-ı Nâbî” ve “Gitti Nâbî Efendi Cennet’e dek” mısraları onun ölümüne düşürülmüş tarihlerdendir.

ŞAİR NABİ’NİN KİŞİSEL ÖZELLİKLERİ

Bir çok kaynaktan alınan bilgiler doğrultusunda Şair Nâbî, hoş sohbetli, kültürlü, zeki, çok güzel konuşan, şiire kazandırdığı hikemî tarz dolayısıyla kendisinden sıkça söz edilen bir sanatkârdır. Nitekim sosyal meselelere işaret edip onları eleştirirken çözüm yolları da önerirmiş. Ayrıca mûsikiye ilgisi olan şairin kendi gazellerinden birini rehâvî makamında bestelediği kaydedilmektedir.

Şair Nâbî’nin didaktik nitelikli şiirlerinde mevcut dünya ve hayat görüşü, ondan sonra bu tarzda şiir yazanların çoğalmasına ve Nâbî okulu diye adlandırılabilecek hikemî bir şiir okulunun doğmasına yardımcı olmuştur. Bu çerçevede şiir yazanlar arasında Râmi Mehmed Paşa, Nedîm, Mustafa Sâmi Bey, Seyyid Vehbî, Hâmî-i Âmidî, Münif Paşa ve Koca Râgıb Paşa kaydedilebilir. Şeyh Galib dışında Şinâsi’ye kadar gelen belli başlı klasik şairlerde Nâbî okulunun tesir ve nüfuzu açıktır. Ayrıca sebk-i Hindî’nin en başarılı mümessillerinden biri olarak kişiliğini ve sanat kudretini koruyabilen şairlerin de önemlilerindendir. Hemen bütün eserlerinde vuzuh göze çarpan sanatçı divan edebiyatının tefekkür şairi olarak kabul edilebilir.

YUSUF NABİ' NİN(Şair Nabi) ESERLERİ

Manzum Eserleri

1-Divan:Birçok nüshası bulunan, Kahire’de (Bulak 1257) ve İstanbul’da (1292) basılan divanın en eski nüshası 1107 (1696) tarihli olup İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (TY, nr. 5575). Şiir sayısı ve nitelik bakımından en mükemmeli ise Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki (nr. 1118) 1117 (1706) istinsah tarihli nüshadır. Bu nüshada yirmi dokuz kaside, sekiz yüz seksen sekiz gazel, bir terkibibend, beş tahmîs, yüz elli altı tarih, on mesnevi, yüz on dört kıta, iki yüz on sekiz rubâî, altmış bir matla‘, yetmiş dört müfred, yüz seksen altı muamma ve otuz lugaz bulunmaktadır. Nâbî’nin en başarılı olduğu nazım şekli gazeldir. Onun şiir gücünü, kişiliğini, tefekkür ufkunun genişliğini, engin kültürünü, üslûp mükemmelliğini ve ifade rahatlığını en iyi gazelleri göstermektedir.

Nâbî’nin fikir ve felsefesini daha açık biçimde ortaya koyan şiirleri divanın sonlarında yer alan kıtalarıdır. Bunlarda çağının bazı olaylarıyla ilgili zarif ve imalı eleştirilerini, tevekkül ve feragatin kazandırdığı huzuru, bozuk düzenin sebep olduğu tedirginlik gibi birçok hususun kusursuz ifadesini bulmak mümkündür.

2- Dîvânçe:Türkçe divanın sonunda “Dîvançe-i Gazeliyyât-ı Fârisî” başlığı ile yer alır (İstanbul 1292). Divançede otuz üç gazel, biri divanın toplanma yılına işaret eden (1122/1710) iki tarih, aralarında Hâfız-ı Şîrâzî, Molla Câmî, Feyzî-i Hindî’nin de bulunduğu İran şairlerine yazılmış yirmi tahmîs bulunmaktadır.

3- Hayriyye: Asıl adı Hayrî-nâme olup Nâbî’nin geniş okuyucu zümresince beğenilen ve şöhreti günümüze kadar gelen en önemli eseridir. Didaktik karakteri, dine ve dinî vecîbeleri yerine getirmeye yaptığı vurgu dolayısıyla klasik Türk edebiyatında bu mesnevi önemli kabul edilmiştir.

4-Tercüme-i Hadîs-i Erbaîn: Abdurrahman-ı Câmî’nin aynı adlı eserinden yaptığı manzum çeviridir. Hadisler birer kıta halinde oldukça sade bir dille serbest olarak tercüme edilmiş, Necip Âsım (Yazıksız) eseri Millî Tetebbular Mecmuası’nda neşretmiştir.

5-Hayrâbâd: Ferîdüddin Attâr’ın İlâhînâme’sindeki bir hikâyenin genişletilmesinden ibaret bir mesnevidir.

6-Surnâme: Tek nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde kayıtlı olan eser Padişah IV. Mehmed’in emri üzerine şehzadeleri Mustafa ve Ahmed’in sünnetleri münasebetiyle 1086 (1675) yılında mesnevi tarzında yazılmıştır. 587 beyit olup Agâh Sırrı Levend tarafından neşredilmiştir.

Mensur Eserleri

1-Tuhfetü’l-Haremeyn: Sair Nâbî’nin 1089’da (1678-79) hacca gidişinden beş yıl sonra yazdığı eser XVII. yüzyılın süslü nesrine örnek teşkil eder. Şairin hac yolculuğunu ayrıntılı biçimde anlattığı kitapta Türkçe, Farsça ve Arapça şiirler de yer alır.

2-Münşeât: Şairin mektuplarını ihtiva etmekte olup Şehid Ali Paşa’nın tezkirecisi Abdürrahim Çelebi tarafından Ali Paşa’nın emriyle toplanmıştır. Nâbî, eserin baş tarafında bir konuyu on beş değişik şekilde anlatmak suretiyle süslü nesrin bir örneğini ortaya koymuştur. Eserde müellifin Râmi Paşa, Silâhdar İbrâhim Paşa ve Amcazâde Hüseyin Paşa gibi şahsiyetlere yazdığı mektuplar bulunmaktadır.

3-Fetihnâme-i Kamaniçe: Padişah IV. Mehmed’in Lehistan’a yaptığı sefer esnasında manzum ve mensur olarak yazılmıştır. 1083’te (1672) fethedilen kaleye Şair Nâbî, Osmanlı Padişahı IV. Mehmed’le birlikte gitmiş ve Musâhib Mustafa Paşa’nın isteğiyle eserini kaleme almıştır. Kitap Târîh-i Kamaniçe adıyla neşredilmiştir.

4-Zeyl-i Siyer-i Veysî: Veysî’nin yarım bıraktığı eseri tamamlamak üzere kaleme alınmıştır. Şair Nâbî, Veysî’nin "Dürretü’t-tâc" adlı siyerine iki zeyil yazmıştır. İlki Bedir Gazvesi’nden, "Benî Kaynukā Vak‘ası’na" ikincisi, "Kaynukā‘dan Mekke’nin fethine (8/630)" kadar cereyan eden olaylardan bahseder. İlk zeyil Siyer-i Veysî ile birlikte iki defa basılmıştır.

Kaynak: DİA

Nâbî, Divan [haz. Ali Fuat Bilkan], I, 39-55).

(Diriöz, Eserlerine Göre Nâbî, s. 120)

(Bulak 1257, 1276; İstanbul 1307; Paris 1857; İstanbul 1989).

(Bilkan, s. 28).

(TY, nr. 1774),

(İstanbul 1944).