Türkiye yakın bir dönem öncesine kadar kendi kendisine yeten tarım ürünleriyle övünen bir ülkeydi. Kapitalizmin gözü kör olsun, son yıllarda makas Türkiye aleyhine öylesine açıldı ki evlerimizde temel tüketim maddelerimizin pek çoğu dış kaynaklı. 

Ancak hiçbir şey için geç değil. Özellikle son aylarda dünyada meydana gelen gelişmeler gösterdi ki ülkeler herhangi olağanüstü bir durumda kimsenin gözünün yaşına bakmayacak. Yapılan antlaşmalar, ittifaklar, birliklerin hiçbir anlamı ve geçerliliğinin kalmayacağını yaşanan son sağlık skandallarıyla yaşadık, gördük.

Okul yıllarımızda Türkiye haritası üzerinde hangi bölgelerin ne gibi ürünler ürettiği, sanayi bölgelerimiz, kendi kendine yeter olan birkaç ülkeden birisi oluşumuz gibi konuları üstünlüklerimiz olarak öğrenir ve kendi kendimize gurur duyardık.

Osmanlı toprak sisteminin 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşmasından sonra aleyhimize dönmesi, yerli üretim, küçük esnaf ve zanaatkârların yanı sıra tarım üretiminin daha çok ayanların, ağaların tekeline geçmesi üretimi sekte vurmuş ve buna ek olarak XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın ilk çeyreği arasında görülen savaşlar tarım üretimini durma noktasına getirmiştir.

Türkiye’de modern tarım üretimi uygulamaları 1927’de başladı. Toprak reformu her ne kadar bazı bölgelerde tam anlamıyla başarılı olamadıysa da tarım politikalarının düzenlenmesi açısından önemli bir adım atılmış oldu. 

Ancak Türkiye’de tarımın payı 1927’den sonra düşmeye başlamıştır. Bilimsel veriler bunu gösteriyor. “Örneğin 1927’de sabit fiyatlarla tarımsal kesimin payı % 67 iken, 1948’de % 53’e düşmüştür.1927’den beri Türkiye’de milli gelir içinde tarımsal kesimin payı giderek küçülmektedir. Verilen oranlar 1980 sonrası tarım aleyhne daha da artmış ve köyden kente göç özendirilmiş, modern kent hayatının insanların yaşam standardını arttıracağına dair mühendislik çalışmalarıyla insanlar köyünü, toprağını bırakarak kentlere, fabrikalara akın etmiştir. Gelinen nokta ortadadır.

Sizlere yüz yıl öncesi Ege bölgesinde yaşayan tarım üreticisi köylülerin durumundan vereceğim örnekle günümüzün küçük tarım üreticisinin yaşadıkları arasında çok fazla bir farkın olmadığı görülecektir!

Gediz, 11 Ağustos, 1909. 

İnsan bir köylü ile bir iki saat konuşmaya girişince o zavallının ne kadar yokluklarla, acılarla karşı karşıya olduğunu, ekmeğini kazanmak için ne uzun ve dayanılmaz bir çalışma ile önüne gerilen engellere göğüs germeye ve karşı durmaya çalıştığını anlıyor... Memurların önünden kovuluyor, devamlı olarak cahil kalıyor ve bundan sonra da köy ağalarının, zenginlerin pençesinde esir oluyor, onlara karşı mahkûm ve borçlu bulunmaktan bir an kurtulamıyor. Fakat… yaralarını saracak, kimsesizliğine, yoksulluğuna çare olacak bir kuvveti kaderine razı olmuş bir şekilde, dini bir inançla bekliyor.”

Çocukluk ve gençlik yıllarım köyde, tarımın içinde geçti. Sabah ezanıyla uyanır, akşam karanlığıyla eve girerdik. Palamut ağaçlarından pelit toplayarak, anızlarda ayaklarıma pıtraklar batarak, buğday, arpa, harman yerlerinde döven sürerek, kırlarda, bayırda keklik peşinde koşarak büyüdüm. 

Traktör aldık zamanla… Mazot kuyrukları, gübre sıkıntısı, tohum, ilaçlama… biçerdöver, harman yerlerinde patozda boğulacak gibi olduğumuz saman tozunun içinde…

Koyunlar satıldı zaman içinde, inek sütüne döndük… margarin yağı özendirildi. Zeytin yağı kötü gösterildi türküler eşliğinde. Şehir özendirildi, apartmanlar özendirildi… 

Sonra tütün tarlalarında geceyi karşıladık. Sabahın ilk ışıklarını gördük lüks lambaların altında. Belimiz iki büklüm güneşi gördük ilkin sabah çorbamızı, tarhanamızı tütün karıklarının içinde tütün katranıyla beraber yudumladık… köy kötü gösterildi, şehir özendirildi, apartmanlar, çarşılar… şehir ekmeği özendirildi… beyaz un medeni olmanın bir göstergesiydi…

Ama şimdilerde dönüp arkamıza baktığımızda bunun uluslararası bir oyunun bir parçası olduğunu anladık, yanıldığımızı, yanıltıldığımızı anladığımızda geri dönüşümüz de mümkün değildi. Köye özlem, içimizde ukde olarak kaldı hep. Tarlaya, bahçeye, doğaya dönüş özlemi hep diri kaldı. Ancak şehirden çıkamadık, kent bizi esir almış, apartman dairleri tutuklamıştı kimliğimizi!

Ancak her zaman şunu savunmaya devam ettik: “Üretimde bağımsızlığın sağlanamaması diğer sektörlerin de gelişimini yavaşlatacak, hammadde imkânlarının azalmasına yol açacaktır.”