Eskiden hayat basit, kolay, dolambaçsızdı. Bir kusurun mu oldu? Çat diye yüzüne söylenirdi. Sende kendini tartıp, yanlış anlama varsa da yoksa da düzeltirdin. 

Osmanlının, Selçuklunun, Romalının, Bizanslının olduğu dönemlerde, bir memleketi, milleti işgal mi etmek istiyorsun. Silahlı kuvvetlerini gönderirdin. Kora kor mücadele ederdin. Kılıç kalkan sallardın. Duruma göre esir olur, esir ederdin. Dışarıda ve içerideki herkes durumu açık seçik görür, bilirdi. Biri almak isterdi, diğeri vermek istemezdi.

Şimdi öyle değil… 

Önce ülkede farklı nüfus mıntıkaları peydahlanıyor. Ardından milli duygular uyuşturuluyor. Yerine ayrışma söylemleri ile aşırı milliyetçi duygular serpiştiriliyor. 

(Bu arada kısa bir dipnot; Milli duygular, diğer milletlerin milli oluşuna saygı gösterirken, aşırı milliyetçi duygular, diğer milletlerin milli olmasına saygı gösteremez.)

Bir de üzerine iktisadi kıymetlerin, sözüm ona ittifak olduğun yabancı devletlere satılıyor. Ama tamamen, hemde tamamen milliyetçi duygularla satılıyor… Sonra bu yabancıların elindeki fabrikalar, madenler sözde verimli yönetme adına, işçi çıkartıyor. İşsizlik vatanda kol gezmeye başlıyor. İşsizler geçinmek için, kendisine dayatılan fazladan tüketim için o yabancıya borçlanıyor. Borçlarını ödeyemiyor. Milli gelir, sapır sapır dökülüyor. He bu arada! Muhteşem bir işletmecilik örneği gösteriliyor. Otobana, elektriğe, doğalgaza, sigaraya, içkiye, sebzeye, meyvaya ardı ardına zamlar gelirken. İnanılmayacak derecede marifetli bürokratlar, enflasyonu adeta dibe indirmeyi başarabiliyor. Ama borç çok olduğu için yine de gelire ihtiyaç duyuluyor. “Komşuda pişer, bize de düşer” deniyor. Oralardaki petrol, doğalgaz, madenlerin paylaşılacağı masadan bir sandalye kapabilmek için sınıra asker diziliyor. Savaşsa, savaş deniyor. 

Halk, televizyon başında donup kalıyor. Petrol, doğalgaz, enerji, linyit, kömür yani madenler, savaşı göze alacak kadar değerliydi de; Neden kendi ülkemizdeki iktisadi değerleri yabancıya sattığımızı?.. Haliyle anlayamıyor.

Ardından kendini Dünya’nın koruyucu meleği ilan eden bir ülkenin başkanı çıkıyor. “Siz rahat olun savaşa girin” diyor. Biz çekileceğiz diyor. Ama nereye çekileceğini bile söylemiyor. Daha sonra ekliyor “Orada IŞID var. Onları, ailelerini kollayıverin” diyor. Ardından aynı sarışın, “Daha önce dini bir vesile ile yaptık yine yaparız, ekonominizi alaşağı ederiz” diye tehdit ediyor. Sonra bir daha sahne alıyor. Bu sefer tekrar gönül alıyor. Biz yakında görüşeceğiz, ülkeme bekliyorum, kankayız mesajı veriyor. Habire fikri değişiyor. Bir öyle, bir böyle oluyor, olmuyor yani… Oralar, buralar, her yerler oynuyor, olmuyor yani…

Dedik ya eskiler neymiş be güzel kardeşim… Osmanlısı, Romalısı, Selçuklusu, Bizanslısı mertçe karşına çıkar, “İstiyorum senin memleketini” der. Ya işi bitirirmiş, ya da kendi bitermiş… 

Hoş mu şimdi koca koca adamlar bir öyle bir böyle?.. Ardından kötü sözler, tehditler…

Fransız yazar Gusteva Le Bon Psikoloji kitabında şu ifadeye yer veriyor. “İnsaniyetçiler doğrudan değil ama haydutlardan daha tehlikelidirler.” Yüzyıl önce yapılmış enteresan ve harika bir tespit…

Buradaki insaniyetçi ifadesi, “insani olan” değil, “insani görünmeyi meslek edinenler”dir. “Ve asıl haydut onlardır, hatta haydutlardan da daha tehlikelidirler” diyor…

Vatan, iktisadi olarak kurtarılma aşamasına geldiyse; Onu kurtaracak iyiliktir, güzelliktir, mertliktir, ahlâktır, aldatmamaktır, adil ve güvenilir olmaktır. Atalarımızın dediği gibi; Kötü söz bizzat sahibine ait olduğu gibi, kötü söz ve kötü huy kötülük getirir. Diğer milletlere hakaret etmek fayda sağlamaz. 

Kötü söz dünyanın hiçbir yerinde herhangi bir şeyin umudu ya da kurtuluşu olamaz. İnsan, insan kalabildiği, iyi, adil olabildiği sürece mutluluğu, huzuru, barışı cebindedir. Hemen yanı başındadır… Öyle uzaklarda, kıtalararasında aramasına, sormasına hiç gerek yoktur.