HZ. ALLAH YOLU MU, BİZ FANİLERİN YOLU MU?... -I- 
Evet! Gerçekten öğrenmek istiyorum ve saygıdeğer Diyanet İşleri Başkanlığı’na hassaten soruyorum: “Umum insanlığın yürüdüğü yol ne yoludur: Hz. Allah yolu mu, biz fanilerin yolu mu?...” 
(“HABER TÜRK” Gazetesi’nin “20 Temmuz 2012 Cuma” tarihli nüshasında, enteresan olduğu kadar da garip olan şu eksantrik haberi okuduk: “Diyanet, dergi kapağında 44. dilde selâm yazdı. “Baskça” bile var ama “Kürtçe, İbranice ve Ermenice yok.) 
Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı “Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü” yetkilileri; (taramaları “Google” arama motoru ile yaptıklarını, kapağın aldığı ölçüde dile yer verdiklerini söyledi.): Ümran Avcı/AHT. 
“22 Temmuz 2012 Pazar” tarihli “HABER TÜRK” de ise, Sayın Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından, mezkûr konu ile alâkalı bir açıklama neşredildi ki, biz sadece esası özetliyoruz ve şöyle buyurmaktadırlar: (Diyanet İşleri Başkanlığı, Yüce Kuran’dan hareketle her fırsatta her dilin Allah’ın ayetlerinden olduğunu, herhangi bir dili dışlamanın yahut yok saymanın Allah’ın ayetini dışlamak olduğunu, hiç kimsenin dili dolayısıyla kınanamayacağını açıkça ifade ettiği halde, söz konusu gazetenin derginin içindeki bütün yazıları yok sayarak, Başkanlığı suçlaması, barış ve esenlik mesajı olan selâma gölge düşürmek çabası olarak yorumlanmıştır.) 
Saygıdeğer Diyanet İşleri Başkanlığı, yüksek müsaadelerinizle konuda sadece Ermeniceyi ve Ermenileri alâkadar edenin üzerinde durayım. Zira söz konusu diğer iki kavim, kendi kendilerini müdafaadan aciz değillerdir. 
Dergi yetkilileri: “Dergi kapağında yer kalmadığını ileri sürmüşlerdir!”... “Baskçaya” yer var da, Türk insanı ile bin yılı geçkin bir müşterek mazisi bulunan Ermenilerin lisanına mı yer yok?... Keza; “Merhaba”nın karşılığı Ermenicede yok iddiası ileri sürülmüş!... 
Merhaba’nın aslı “Marhâbâ”dır ve Arapça selâmlaşma sözcüğüdür. Türkçesi: “Günaydın, hoş geldiniz” manasında kullanılır. Ermenicesi: “Parilyus ve kısaca: Parev” denir. Manâsı: “Günaydın ve Selâm”dır. 
“Google” veya başka bir kaynak aranacak yerde: “1461 yılında bizzat Cennetmekân, Fatih Sultan II. Mehmed Hân tarafından tesis edilen, “Türkiye-Ermenileri Patrikhânesi”ne lütfedilerek müracaat edilseydi, daha sıhhatli bir girişim olmaz mıydı!... Kaldı ki, Ermenice kelime hanesi gayet zengin bir edebiyat lisanıdır ve bunu bütün dünya bilir. Bizlerin “azınlık” adıyla değerlendirilip, halâ yabancı bir kavim olarak görülmesi ve “Azeri-Soydaşların” gocunmamaları için, biz Türkiye Ermenilerinin de adeta “hiç sayıldıkları” maalesef bizce malûmdur!... 
Umum Türkiye’de takriben “Yüz Bin” civarı “Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı konumunda” Ermeni yaşamaktadır. Bizlerin bu şekilde rencide edilmesi, Türkiye’ye ne kazandıracaktır?... 
Bir gerçek var ki, hemen hepimizin de kesin bilerek, üzerinde bir nebze olsun düşünmesi lâzımdır: (Biz, Türkiye Ermenilerinin tek bir vatanı vardır ve bu vatan Türkiye’dir.) Bizlere vatan olarak “Ermenistan gösterilemez.” Gerçi, Ermenistan ben dahil hemen her Ermeni’nin ortak sevgisi olan bir ülkedir. Ancak, bizlerin vatanı değildir. Bizim vatanımız Türkiye Cumhuriyeti Devleti topraklarıdır. Çünkü, bizler “Anadolu insanıyız”. Asırlar boyu bizler Türklerle iç içe yaşamış ve hâlâ yaşamakta berdevamız. Bu müşterek bütünlüğü bozmak isteyenler: (Hangi milletten olursa olsun, er veya geç, Hz.Allah’ın gazabından kurtulamayacaktır!) 
Mübarek Ramazan ayı boyunca mezkûr konuya temas etmememin yegâne sebebi; Mübarek oruç ayı boyunca, hemen hiçbir kuruluşu rahatsız etmemem düşüncesinden ileri gelmiş ve bu sebeple beklemeyi tercih etmiştim. Bilvesile, geçmiş mübarek Ramazan ve Şeker Bayramımızı can-ı gönülden kutlar, daha nice mutlu Ramazan’lara erişebilmemizi Hz.Allah’tan niyaz ederim efendim. 
GİZLİ ERMENİLER VE GİZLİ NİYETLERİN HEDEFİ!... 
Prof.Dr. ve “MHP” milletvekili Sayın Yusuf Halaçoğlu takriben 2-3 sene evvel; Güneydoğu dağlarında yaşayan ve sadece “Ermenice” konuşan bir “Alevi” topluluğun yaşadığından bahsederek, bunların gözlerden kaçan “Gizli Ermeniler” olabileceğini ileri sürmüşler ve bendeniz de konuya temas ederek, böylesi iddialardan hayır doğmaz nevinden bir makale yazmıştım. 
Bakıyorum da yılların kurt yazarlarından ve gazeteci Sayın Mehmed Şevket Eygi Üstadımız da mahreç göstererek aynı konuya temas etmişler ve çok acıdır “Gizli Ermeniler” tabirini kullanarak, dolaylı şekilde (PKK) kuruluşunun “Ermeni kuruluşu” olabilme imasında bulunmuşlardır!... 
Yukarıda bahsini ettiğim her iki beyefendi’yi de yakından tanıyabilme şansını elde etmiştim: (Mehmed Bey ile gazetecilik mesleğini icra ettiğim gençlik yıllarımda, Sayın Prof.Dr. ve “MHP” milletvekili Yusuf Halaçoğlu Bey’le de; Türk Tarih Kurumu’na “Danışman olarak” alındığım dönem içinde tanıştım ki, kendileri o dönemde “Türk Tarih Kurumu Başkanı” idi. Sözün kısası, her iki Bey’i de yakından tanıyabilme imkânım olmuştur. 
Her iki Bey’den de aldığım ders ve bende bıraktıkları tesir şu olmuştur ki, acı da olsa gerçektir: (ERMENİ AĞZIYLA KUŞ TUTSA, TÜRK’E YARANAMAZ!) 
Bu anlayışa, bu görüşe göre, Türkiye’de tek bir Ermeni’nin yaşamaması ve öz vatanı Türkiye’yi terk etmesi lâzımdır!... 
Her iki Beyefendiye de diyecek hemen hiçbir sözüm yoktur. Ancak, şayet makaleme karşılık cevap verme ihtiyacı hissederlerse, o zaman benim de kendileriyle alâkalı bazı intibalarımı açıkça bu sütunda geçeceğimden emin olabilirler! 
“Gizli Ermeni” ne demektir?... Yanî: Güney-Doğu’da yaşayan ve “Alevilik maskesi altında” kendi asıl kimliğini gizleyen Ermeni asıllı bir topluluk mevcut olduğu ve bunların (PKK)ya yardımcı oldukları şüphesiyle bakılabileceği, daha doğrusu (PKK’nın Ermeni kökenli) olması ihtimali üzerinde de durulması icap ettiği esası üzerinde durulması istenmektedir?!... 
Hayır! İleri sürülen iddia; Türk millî harsları açısından değerlendirilen bir akademik görüşün ürünü değildir. Bu fikir yapısının temelinde, sadece “Irki ayırım” da değil, sinsi bir siyasî manevra yatmaktadır. Ve de bu ülkenin vatandaşları konumundaki bir kesim korunurken, diğer bir kesim ateşin merkezine itilmek istenmektedir!... 
Ve de bu yeni bir vak’a değildir ve 1839’da “Tanzimat Hareketi” ile başlayıp gelişen “Jön-Türk Hareketi”, bu sakat fikir yapısının öncüsü olmuştur. Ancak, o tarihlerde Osmanlı Ermenileri en karmaşık devrini yaşamakta ve üçe bölünmüş olduğu için, hemen hiçbir meseleye sıhhatli eğilememekte, doğru neticelere varamamaktaydı. Şöyle ki: (1835’te, “Katolik-Ermeni Patrikliği” tesis edilmiş, diğer taraftan gizli mevcudiyetiyle, ABD misyoner hareketine hizmet veren Ermeni Protestanları; 1850’de, “Protestan-Ermeni Kilisesinin” resmen tanınmasıyla, Osmanlı-Ermenileri, üç başlı bir cemaat şekline dönüşmüştü!... 
Hele, bir takım sivri akıllıların iddia ettikleri gibi, 1915 Tehciri esnasında telef olan Ermenilerin “hastalıktan”(!) ölmüş oldukları dikkate alınırsa ki, bu görüş aynı sivri akıllılar tarafından hâlâ savunulmaktadır. O zaman, İstanbul’da tevkif edilerek, Anadolu’ya geçirilip, orada hastalanıp ölmelerine(!) öncülük eden, İttihatçı Fedailerin, bu işi nasıl becerdiklerine bir bakalım. Bakalım da akla, kara açıkça görülebilsin!... 
İttihat ve Terakki Fırkası Hükûmeti’nin fedai takımı, bilhassa “Ermeni asıllı tebaa üzerinde durmakta ve onları, ebedi huzura kavuşturabilmek için (!) her ne lazımsa yapmaktaydı ki, Osmanlı Ermenilerinin “beyin takımı” konumunda olan (270 veya 275) münevver, İstanbul’da toplanarak, taşraya sürüldü ve onların kayıplara karışmasıyla, Osmanlı Ermenileri de uskuru kopmuş gemiye döndü!... 
Bu talihsiz münevverlerden sadece ikisinin başına gelen trajik sonlarının hazin ve tüyler ürpertici hikâyesini, bizzat icracıların ağzından dinlememiz, o tarihlerde Osmanlı Devleti’nin ne yaman katiller elinde bulunduğunun en bariz delili olacaktır. Merhum Ahmed Refik Altınay’ın (1880-1937) – “İKİ KOMİTE İKİ KITAL” adlı mufassal ve muvassak eserinden özet bölümler alarak aynen aktaracağım. “Ermeni Meselesi”, “Ermeni Tehciri” gibi siyasî istismara son derece yatkın konulara temas edilirken, bilhassa Altınay Bey’in kayıtlarını dikkate almak, incelemenin sıhhatli olabilmesi açısından gerçekten elzemdir. Zira, Altınay Bey’in askeri görüş ve askeri ruhla meselelere eğilmesi; hemen her vak’anın doğru olan yönlerini gözler önüne serebilmiş ve böylece herhangi bir şüpheye mahal bırakmamıştır. 
Altınay Bey, mezkûr eserinde şöyle buyurmaktadır: 
(II. Sultan Hamid’in diktatörlüğüne son vermek için Rumeli’de çıkan isyana müteakip devletin cahiller ve caniler elinde geçirdiği on senelik yağma devrinin son dönemidir bu... 
Gerçekten, Osmanlı tarihinde, pek karışık ve adeta nefretle yad edilecek dönemler olmuştur. Fakat bunların hiçbiri bu zorbalık dönemiyle kıyas dahi edilemez. İyi niyetle başlayan ve sonunda koca bir devletin çöküşüyle son bulan bu devir; Osmanlı tarihinin en elem verici sayfasıdır!...) 
-Devam edecek-
Değerli okuyucularım; nasipse yeni bölümde buluşabilmek dileğimle cümlenize sıhhatli ve mutlu yarınlar diliyorum efendim.