Türkiye’de uçaklar düşürülüyor, camiler yakılıyor, müttefik gemiler bizi düşmandan korumaya geliyor, topraklarımız haritalarda başka ülkelerin sınırları içinde gösteriliyor, içimizdeki hainler Esad’ın yanına savaşmaya gidiyor, şehitler bir bir toprağa düşüyor ve bizler sanki hiç bir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyoruz.
Halbuki biz bunları yaklaşık yüz sene önce görmüştük ve bana aynı şeyleri tekrar görüyoruz gibi geliyor. Gelin ve o günlere bir kulak verelim!
Büyük Atatürk 19 Mayıs 1919 gününü anlatırken, sanki bugünü yıllar öncesinden görmüş gibidir. Dün manda isteyenler olduğu gibi, bugün de egemenliği Brüksel’e, NATO’ya veya yeni bir padişaha devretmek isteyenler ortada cirit atıyor. Adeta mahkum edildiğimiz bu kısırdöngü ne zaman kırılacak diye sorarsınız, Atatürk’ün “seçkin ihaneti”ni ve de vatanseverliğin gereklerini vurgulayan aşağıdaki değerlendirmesini okuyunuz:
“(...) Kurtuluş yolu ararken; İngiltere, Fransa ve İtalya gibi devletleri gücendirmemek, temel ilke gibi görülmekteydi. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu hemen bütün kafalarda yer etmişti. Osmanlı Devleti’nin yanında koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken hepsini birden yenen, yerlere seren İtilaf kuvvetleri karşısında, yeniden onlarla düşmanlığa varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı.
Bu anlayışta olan yalnız halk değildi. Özellikle seçkin denilen insanlar bile böyle düşünüyorlardı.
(...)
Birincisi: İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek.
İkincisi: Amerika’nın güdümünü istemek.
Bu iki türlü karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti’nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı ülkesinin çeşitli devletler arasında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bütün olarak bir devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir.
Üçüncü karar bölgesel kurtuluş yolları ile ilgilidir.
Mesela: Bazı bölgeler kendilerinin Osmanlı Devleti’nden koparılacağı görüşünde, ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor. Bazı bölgeler de Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına olup bitti gözüyle bakarak kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar.
(...)
Bu kararların dayandığı bütün kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o günlerde Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi bütün bütüne parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türkün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son olarak bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi kavramı kalmamış birtakım anlamsız sözlerdi.
Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu?
O halde sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi?
Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da Türk Milletinin egemenliğine dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak.
İşte, daha İstanbul’dan yola çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar bu karar olmuştur.
Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi: Temel ilke, Türk Milletinin onurlu ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve müreffeh olursa olsun, bağımsızlıkta yoksun bir millet, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz.
Yabancı bir devletin koruyuculığunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.
Oysa Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet, esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.
Öylesyse, YA İSTİKLAL YA ÖLÜM!”
Sizce Atatürk haksızmıydı ve bunları size hatırlatan bu vatandaş haksızmı? Artık cevapları siz verin...