Ülke halkını temelden esir eden ve bu işlemden sonra, onları bölüp parçalayan ve böylece insanları yalnızlığa iten, XX. asrın en enteresan ve asrın en tehlikeli icadı olarak da dillere destan bir buluştur.
1952 yılında test yayınının başlatılması, 1964’te kuruluş ve gelişmesi, 1968’de ilk resmi yayının başlatılması, 1971 yılında ise, ideolojik hareketlere görüntüsü ile bir nevi katkıda bulunması gibi vak’alar zinciri içinde TV’nin ne yaman bir icat olduğunu, ülkemizdeki karmaşa içinde öğrenmiştik.
Ancak, bu akıllara durgunluk veren icadı meydana getiren (John Logie Baird, İskoçyalı bir mühendisti (1888-1946)) hemen hiçbir artniyet taşımadan meydana getirdiği bu icadını sonradan bilhassa büyük devletler “siyasi alanda” kullanmayı düşününce. İşin rengi değişmiştir.)
“25 Haziran 1825’te TV patentini alan Baird, seri çalışmalara koyulmuş ve “Philo Taylor Farms Wort”un da katkısıyla bu dillere destan icat insanlığın hizmetine sunulmuştur, sunulmuştur ama, hemen her ülkenin idarecileri bunun propaganda açısından pek müessir bir silah olduğunu kavramış siyaseten de değerlendirmeye başlamışlardı ve tabii bu husustan en ziyade istifade edebilen ülkeler “kültür ve teknoloji” açısından ileri olanlardı...
Sesli Medya’nın en müssir silahı olan mezkur icat. Diğer ülkelerde veya hangi ülkede kendi halkına işkence yaptığını ve bunun bir ölçüsü olup olmadığı pek bilemem ama, bizim ülkemizde TV’nin hemen her programı ve bilhassa TV dizilerinde ülkemiz izleyicilerine adeta işkence çektirdiği bir vak’adır!...
Şöyle ki, siz diziyi merakla izlerken, aniden reklamlar devreye girer ve sizin konsantreniz sıfıra düşer. En ciddi program (haberler saati ise) aynı işlemden kurtulamaz. Üç kere dizi, altı kere reklam, gece yarısından sonra da reklamlar eksik olmaz ve sabah yayınları başladığında da aynı nakarat devam eder... TV sineması da aynı işlemden nasibini alır.
Denecektir ki; “Eh! Reklam parasıyla ayakta durulabiliyor”. Peki öyle olsun! İyi ama, TV izleyicileri de ücret ödemektedir ve karşılığnı görmek istemez mi!...
Bizim halkımız o TV dizilerinde gösterilen saray yavrusu malikanelerde değil, mütevazi daire veya evlerde ikamet etmektedir ve yegane eğlencesi TV’dir. Onu da, TV’ciler bölük pörçük, duruma getirdiğinde; herhalde hakkında hayır duası okunmamaktadır.
Temizlik ürünü satıcılarının; “kirlenmek iyidir” gibi imajlarla, çocuk dünyasını bir takım yanlışlara sürüklediklerini düşünemiyorlar mı!... Hele gofret reklamlarında yetişkin gençlerin muhtelif yüz mimikleriyle aptal görünümler sergilemeleri. İnsanı gerçekten çıldıracak raddeye getirmektedir!... Ağız burun çarpıtmakla komedi yapıldığını sanmak. Gerçekten budalalıktır!... Yaşlı insanlarımızı her daim bunak ve işe yaramaz göstermek ki, bu temelden yanlıştır. Doğru mu olmaktadır?...
TV dizilerinin hemen hepsinin de değişik mekanlarda aynı senaryoyu küçük bir değişiklikle sahnelemeleri ve bu senaryolarda işlenen toplum görüntüsünün ne kadarı bize benziyorsa bilemem? Çünkü, bizim milletimiz üst düzey entrika bilmez. Kaldı ki, bizlere gösterilen, bizim dışımızda olan bir toplumun atmasyon dünyasıdır...
Aile fertlerinin hemen her biri diğerine düşman ve muhtelif entrikalarla diğerini alt edebilmek için cinayeti dahi göze alabiliyor. (Bol bol gözyaşı, hastane, yoğun bakım, mezarlık veya hapishane) bunların hemen hepsi de bizim sözde öz hayatımızdan alınmış pasajlar olmaktadır.
Canavarca cinayet işleyen şahısa “maganda” diyoruz ama, TV’deki dizilerde bizlere gösterilen ise, vurdum kırdım nevinden yapımlar olmaktadır. Artı ABD filmleri de aynı konuların biraz daha teknik kalitesi yüksek olanı olmaktadır. 
Dizilerdeki erkekler; “sünepe veya maganda” kadınlarımız ise; “yırtıcı, hükmedici veya mazlum bir hanım”. Evet bizlere gösterilen dizilerdeki fertlerin bıraktıkları imaj bu olmaktadır.
Hele okul dizileri!... Gerçekten bir alemdir; “Kız olsun, erkek olsun hemen hepsi de birer klinik vakadır” dersek yanlış olmaz!... Bunlar ne zaman ders çalışır, ne zaman uyur ve ne zaman istikbali için hazırlık yapar. Bilinmez!... Çünkü hemen hepsi de sadece gününü gün etmeye çalışan ve de ana-baba ekmeği ile yaşayan birer asalaktırlar...
Sakın kimse alınmasın. Zira benim bahsini ettiğim sadece TV dizilerinin talebeleridir. Yani, senaryo mahsulüdür. Lakin gençlerimize kötü örnek olabilecek yönleri vardır. Okul öğretmenleri içlerinde gerçek manada öğretmen olanlar pek azdır.
Hemen her kız talebenin bir erkek sevgilisi mevcuttur. Fazla ileri gitmemek şartı ile seks hayatına yabancı değillerdir. Yek diğerlerine “Aşkım!” demekten de geri kalmazlar ki, bu tabir aşağı yukarı hemen her okula yerleşmiştir.
Gençlerin devamlı çıktıkları mekanlar; “Kafeterya ve Diskodur”. Gerçi arada çıktıkları “Gece Kulüpleri”de vardır. Ancak bu pek nadir olmaktadır. Zira gençlerin bütçeleri, böyle yerlerin fiyat listesinde sadece su parasını karşılayabilir.
Gerçi “Kafeterya ve Disko”da pek ucuz sayılabilecek mekanlar değildir ama, ana ve babaların verdikleri harçlıklar üst üste kondu mu pek de güzel karşılayabilmektedir.
Böyle durumlara ayak uydurmaya çalışan fakir çocukları ise onlara imrenerek bakmakta ve bazıları esnaf çocuklarıyla arkadaş olma şansını elde edince hayatın bu yönü ile de tanışabilmektedir.
Gece hayatı ile tanışmanan bir de menfi yönü vardır ki, bu durum muhatabını ilk borçlanmaya ve bilahare başka yönlere sapmaya sürükleyebilir.
İlk bakışta uyarıcı dizeler olarak görülebilir. Ancak, yukarıda kayda geçtiğimiz pasajlar, öyle bir atmosfer içinde verilmektedir ki, hemen bir çok gençte olumsuz açıdan merak uyandırabilir.
Kız öğrencilerin velileri tarafından ilk ikaz ve daha sonra baskı marifetiyle gece hayatına gitmeleri kesinlikle yasaklanmasını; “protesto ederek” evden kaçan kızlar, çoğu zaman basın tarafından da himaye görmekte, olay “aşırı veli baskısı” olarak yorumlanmaktadır.
Koyunun bulunmadığı yerde, keçi Abdurrahman Çelebi misali, sözde gazete muhabiri geçinen kimselerin böylesine hassas konular hakkında yazı yazmaları, halkın medyaya karşı olan güvenini kısmen de olsa yitirtmektedir.
Sırası gelmişken, TV dizilerinde işlenen ve iftiharla bizlere sunulan aile tipleri; “Yekdiğerine karşı kin ve nefret dolu, malını mülkünü elinden almak isteyen akraba müsveddesi mahlukatlar vs.” hangi milleti ve hangi ülkenin insanını temsil etmektedir?...
Dizilerin muhtevasına bakıldığında karşımıza çıkan, maalesef Türkiyeli ve müslüman kimseler olmaktadır. Şimdi soruyorum; “hilekar, biraderinin malına mülküne göz diken” vs... insanlardan kurulu bir toplum nereye kadar varlık sürdürebilir?...
Akla gelmedik entrikalar çevrebilen ve bu meziyetiyle, şayet meziyetse, nice yuva yıkan olmadık metotlarla hükümetlerden dahi bazı kimseleri elde ederek, ülkenin idari şekline el altından ortak koşanlar vs... Soruyorum; Bütün bunlar Türk müdür?... Türk insanı bu derece yozlaşmış mıdır?...
TV dizilerine bakılacak olunsa; Dilim varmıyor ama dizilerde sunulan imaj böyle demektedir!... Aslında en ziyade merak konum olan unsur ise; Hemen hiçbir tenkite uğramamakta ve hemen her dizi paşa paşa yayınlanmaktadır?!..
Denecektir ki, dünya üzerinde ilgilenemiz icap eden onca mesele varken, bizlerin ilgileneceği bir tek TV dizileri mi kalmıştır.
Evet hanımlar, evet beyler! Şayet Türkiye’mizin bir takım yanlışların girdabında boğulup gitmesini istemiyorsak, bizim yumuşak karnımız olan bu meseleye bir an evvel parmak basmamız, ülkemizin selameti açısından katiyetle elzemdir inancındayım!...
TV’nin magazin programlarında ve medyamızda sözde sanatçı, aslında sadece TV ile medya tarafından şişirilmiş birer hiç olanların (gerçek sanatçıları tenzih ederim) bir takım sulu zevzek açıklamalarını allandırıp pullandırıp, TV seyircisine ve medyadaki magazin okuyucularına sunulması. Sadece TV seyircisine değil, aynı zamanda umum milletimize yapılmış olan en ağır hakarettir. Çünkü, altında insanımızı aldatmak gibi iğrenç bir düşünce yatmaktadır!...
Gazetelerimizde mesleğinin ehli normal köşe yazarları. Ne acıdır ki, parmakla gösterilebilecek derecede azalmıştır. TV programcıları da beş aşağı beş yukarı, aynı durumdadırlar.
Milletlerarası propaganda alanında birinci derecede değeri olan TV ne acıdır ki, Türkiye’yi dünyaya hakiki çehresiyle tanıtabilmekten oksun kalmış ve de bizim TV’miz, baştan beri her daim, ABD propaganda mekanizmasının bir kolu olmaktan ileri gidememiştir.
Burnumuzun dibinde olan Federal Rusya’yı üstelik uzun bir tarihi mazimiz olmasına rağmen, ABD bizim nasıl bilmemiz icap ettiğini bizlere sinema filmleriyle belirtmekte ve mezkûr filmler TV ekranlarına defalarca getirilmekte ve böylece Federal rusya’yı sözde tanımaktayız!...
TV’lerimizde ekranlara gelen bilhassa Amerikan Askeri filmlerinin bize verdikleri mesaj çoğunlukla şu olmaktadır; Bir nefer, hazar zamanı kendi mantığına ters gelen bir emri tatbik etmeyip, Askeri Yargıya müracaat edebilmelidir.
Böyle bir inanç ne dereceye kadar doğru olur veya olmaz. Bunun muhasebesini yapacak değiliz. Çünkü bu onların problemidir. Ancak bizdeki gençlerin böylesi düşüncelere yakınlık duyması bizim “Milli harslarımız” açısından ne dereceye kadar doğru sayılabilirse, ayrıca tekiki elzemdir!...
Askeri dünyada demokratik düşünce, müessesesinin yapısı itibarı ile kısmen de değil, tamamen ters düşer. Askeri kanun, sadece ve sadece siviller babında demokratik düşünceye yer verebilir ve bu durumu kendi sahasına da kaydıracak olursa ordu disiplinin büyük çapta yara alır.
Bizim TV’lerimizde sulandırılmış askeri senaryolar, hiçbir zaman Rahmani değildir ve zaten olamaz da... Çünkü, bizim kültür yapımız kendine has özelliklere sahiptir. Ne var ki, bu özelliğimiz hiçbir zaman kaale alınmamış ve ABD ordusundaki şımarık tavırları bizde de gösterilmek istenmiştir. Kaldı ki, ABD Silahlı Kuvvetlerinde filmlerdeki gibi, aşırı laubaliliğe katiyetle yer vermez. Vermediğini de cümle alem bilir. Ne var ki, bizim ulusumuz nispet dahilinde mezkûr bilginin aslından yoksundur. Zira ABD dünya hadiseleri hakkında bizlere ne bilgi veriyorsa, onunla kifayet etmeye mecbur kalmaktayız.
TV’lerimizde, batı dünyasının en pespaye sınıfının önde gelenlerine; (Ünlü) takısıyla hitap ederek onları birer musiki dehası(!) gibi halkımıza tanıtmakta ve de TV’nin “Batı Müziği” programlarında en ziyade onlara yer vermekteyiz...
TV’nin “Sinema Saatlerinde” en ziyade ekranlara getirilen filmler; (Nazi’lerle alakalı yapımlardır) ki TV seyircilerimiz bunların hemen hepsini adeta ezberlemiş durumdadır...
Elimizde televizyon gibi sihirli bir araç varken, buna rağmen sağlam bilgiler edinmekten yoksun kalmaktayız. “İNTERNET” ise halkımıza bilgi verebilmek için elinden geleni yapmaktadır ama, bu da yeterli olmamaktadır. Zira, bir çok önemli mevzuda isteneni; eksik bilgilerle sunulmaktadır.
Şayet bir ulus kendi milletine, dünya meselelerini gerektiği kadarıyla aktarmayacak olursa. O ulusun halkı, vatanını koruyabilme babında hiçbir zaman başarılı olamaz.
ABD yapımlarından adapte eserleri TV ile toplumumuza yansıtmaya çalışılacağına; atalarımızın tiyatro oyunlarından bazılrını TV’lerimizde seyirciye sunulması kadar, daha akılcı bir çalışma düşünülebilir mi!... (Orta oyunu, Meddah ve Tuluat, Hacivat Karagöz) bütün bunlar tamamen bize ait sahne ve gölge san’atlarıdır. Ama bir gün olsun aklımızın köşesinden dahi geçmemektedir ve böylece unutulmaya terk edilmiş olmanın acısı içinde yoklara karışmak üzeredir.
Halbuki; Televizyon kanalı ile, bu önemli sahne sanatlarımızı milyonlarca seyirciye ulaştırmamız işten bile değildir. Hele “Gölge Oyunu- Hacivat Karagöz” sinemanın atasıdır denebilir ki, sadece bunu tanıtmamız dahi bahse değerdir!...
TV dizilerinin hemen bir çoğunda “eli tabancalı” kadınlar adeta cirit atmakta, bir zamanların efsanevi “Amazon Kadınları” ile mukayese edilen günümüz kadınları, hemen bir çok programda baş tacı edilen bu tip kadınlar yeni nesillere istemeden de olsa “kötü örnek” olmaktadır. Kadın zarafetenin özelliklerini bu tür kadınlarda bulmak zordur. Zira; bu tür kadınlar istemezse de cüz’i de olsa erkekleşir, hâl ve hareketleri kısmen değişir. 
TV kanalları bu nevi kadınları olduğu gibi değil, abartılmış övgülerle seyirciye sunan dizi veya sinema filmleri bizim gençlerimizden çok şey alıp götürmektedir...
Denecektir ki; “Bunca önemli konu varken, TV dizileri mi bizleri meşgul edecek!... Evet hanımlar!, Evet beyler evet! Bu haftaki yazımda böyle bir konu işledimse. Hiç de yabana atılmasın. Zira ulusumuzun istikbali ile yakından alâkalıdır!” Toplum hayatımız her geçen gün biraz daha erozyona uğramaktadır. Bu durum ise; yarınların Türkiye’si hakkında hiç de hayırlı günler müjdesi vermemektedir!...
Saygıdeğer okuyucularım, yeni bir makalemde buluşmak umudu ile hepinize mutlu yarınlar diliyorum efendim. 
Saygılarımla