Yunanistan AB üyeliğini istismar ediyor, Türkiye ile sorunlarını çözme iradesi olmayan Yunanistan’ın amacı üzüm yemek değil bağcıyı dövdürmek… AB’nin amacı Türk donanmasının üslerinde demirli kalmasını sağlamaktır...

Türkiye ve Yunanistan arasındaki istikşafi görüşmelere yeniden başlanması, Türk dış politikası açısından, Ege ve Akdeniz’deki egemenlik iddialarından bir geri adım mıdır? 

Öncelikle Türkiye’nin “Ege ve Akdeniz’de egemenlik iddiaları” değil, hukuka dayalı olarak sınırları belli egemenlik haklarının ve alanlarının bulunduğunu vurgulamak istiyorum.  Türkiye kendi egemenlik haklarını ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin hak ve çıkarlarını koruma faaliyeti içindedir.  

O İLKE ATATÜRK’TEN MİRAS KALDI 

Atatürk asker olmasına rağmen savaşın bir dış politika vasıtası olarak kullanılmasını reddeden, karşılaşılan sorunların hallinde diplomasiyi kullanan bir önderdi. Barışçı dış politika ilkesi Türkiye’ye Atatürk’ten kalan mirastır.  Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların çözüm yollarını, imkânlarını araştırmak, keşfetmek amacıyla yeniden başlatılan “istikşafî” görüşmeler aslında Devletler Hukuku’ndaki, BM Yasası’ndaki “ihtilâfların barışçı yoldan halledilmesi” düsturuna uygun bir davranıştır. Devletler müzakere yöntemine elbette millî çıkarlarını koruma temel hedefiyle katılırlar.  Bununla beraber, Türkiye istikşafî görüşmelerin yeniden başlaması için daveti hangi uluslararası şartlarda yapmıştır; başta Yunanistan olmak üzere uluslararası çevreler bu görüşmelerin başlamasını nasıl algılamış ve yorumlamıştır, buna bakmamız lâzımdır. Bu vesileyle şu olguyu dile getirmek istiyorum: Yunanistan’a göre, Türkiye ile Yunanistan arasında tek bir sorun vardır. Bu da iki Devletin Ege’deki deniz sınırlarının “kıta sahanlıklarının” belirlenmesi sorunudur. Türkiye’nin gündeme dahil ettirdiği, karasularının 6 milin ötesine genişletilmemesi; hava sahası; Ege’deki uluslararası Antlaşmalara göre askersizleştirilmiş statüdeki adaların bu statülerinin Yunanistan tarafından ihlâli; Ege Denizi’nde egemenliği açık olarak Yunanistan’a bırakılmayan birçok adacık ve coğrafi formasyonların aidiyet durumlarının belirlenmesi ve Batı Trakya Türk azınlığının hak ve hukukuna vaki tecavüzler gibi sorunlar ise, Yunanistan’a göre, Türkiye’nin ortaya attığı temelden yoksun ve Yunanistan’ın egemenlik haklarını tecavüz teşkil eden tek taraflı iddialardır. Bu anlayış ve iddialarla Yunanistan zikrettiğim konularda anlamlı ve muhtevalı bir müzakereye, çözüm arayışına imkân bırakmamaktadır.  Meselâ, Yunanistan, 1993’te Uluslararası Adalet Divanının zorunlu yargı yetkisini kabul ederken, “ulusal güvenlik çıkarları” ile ilgili askeri önlemlerden kaynaklı hususlara ilişkin olarak Divanın zorunlu yargı yetkisine çekince koymuştur. Yunanistan bu şekilde hareket etmekle, adaların askersizleştirilmesi gerektiğine ilişkin olarak Türkiye’nin Uluslararası Adalet Divanı’na gitmesinin önünü kapatma amacını gütmüştür. Yunanistan’ın bu anlayış ve yaklaşımı değişmiş değildir. Yunan yetkililer bu anlayışı istikşafî görüşmelerin yeniden başlayacağının ilân edildiği 12 Ocak günü dahi beyan etmekten kaçınmamışlardır.  

AMAÇ BAĞCIYI DÖVDÜRTMEK

Türkiye neden böyle bir adım atmıştır, bu bir zaman kazanma taktiği midir?  Aksi durum hem Mavi Vatan’da hem KKTC’de geri dönmesi zor tavizler sürecinin kapısını aralar mı?  

Türkiye’nin Yunanistan’la “istikşafî görüşmeleri” başlatma kararını zaman kazanma taktiği olarak görmüyorum. Aslında Türkiye’nin Ege’de ve doğu Akdeniz’de haklarını ve çıkarlarını korumak için atmakta olduğu ve atması gereken adımlar ve yapması gereken hamleler bakımından zaman kaybına sebep olacak beyhude bir diplomasi çabası olarak görüyorum. Mesleğe başladığımdan bu yana Yunanistan ile birçok müzakere dönemlerini yaşadım. Netice sıfırdır. 2002’den sonra 60 dönem istikşafî görüşme yapıldı veya yapılıyor gibi gösterildi.  Yunanistan’ın Türkiye ile arasındaki sorunları çözme iradesi yoktur. Amacı “üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek” daha doğrusu “dövdürtmektir”.  

YUNANİSTAN AB ÜYELİĞİNİ İSTİSMAR EDİYOR 

Yunanistan AB üyeliğini istismar etmektedir. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı’nın resmî internet sitesinde yer alan bir bilgiyi dikkatinize sunmak istiyorum. “Avrupa Birliği’nde Yunanistan” (Greece in the EU) başlıklı sayfada “Yunanistan’ın AB’ye tam katılımı tercih etmesinin sebepleri şöylece özetlenebilir:” denildikten sonra, sayılan 5 sebebin ikincisi olarak şu ifade kullanılıyor:  “Temmuz 1974’te Kıbrıs’ı istila ve işgal ettikten sonra Yunanistan için başlıca tehdit haline gelmiş olan Türkiye ile ilgili olarak müzakere gücünü arttırmak.”  Bu ifade Yunanistan’ın AB zeminini hangi amaçlarla kullanmak istediği ve kullandığı hakkında ziyadesiyle ifşa edicidir. Son yıllarda ve özellikle 2020 boyunca, Yunanistan ve üyesi olduğu AB ve ayrıca  çeşitli sebeplerle Türk – Yunan sorunlarında 2010’dan sonra tarafsızlığını Yunanistan lehine bozmuş olan ABD, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de, kendisinin ve KKTC’nin millî menfaatlerini korumak ve kollamak için kullandığı söylemi ve attığı adımları; KKTC’nin toprağı olan ve kapalı durumda bulunan Maraş beldesinin hukuk çerçevesinde  kullanılabilir hale getirilmesini sağlamak için KKTC’ne verdiği desteği, Doğu Akdeniz’de, sözde “Kıbrıs’ın münhasır ekonomik bölgesinde” ve Kıbrıs’ta  “gerginlik yaratan tek taraflı hareketler” olarak değerlendirmişlerdir. 

TÜRKİYE’YE YAPTIRIM İŞARETİ 

AB, kendi üyeleri Yunanistan ve GKRY ile dayanışma içinde olduğunu vurgulamıştır. AB, 2020 Ekim Konsey toplantısında, Türkiye’nin “Yunanistan’a ve Kıbrıs'a yönelik yasadışı faaliyetlerini durdurma yolunda yapıcı çaba sarf etmesi” şartıyla AB Konseyi’nin Gümrük Birliği'nin güncellenmesi vesaire dahil Türkiye ile pozitif gündem oluşturma cihetine gidebileceğini açıklamıştır.  Türkiye’nin tek taraflı hareketlerini ve tahriklerini sürdürmesi halinde ise, “kendi üyelerinin çıkarlarını savunma maksadıyla elindeki bütün imkânlarla” Türkiye’ye yaptırım uygulayabileceğinin işaretini vermiştir.  Bu gelişmeler olurken 2020 Kasım ayının sonlarında Cumhurbaşkanı Erdoğan “kendimizi başka yerlerde değil, Avrupa'da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile kurmayı tasavvur ediyoruz. Dostlarımızla ve müttefiklerimizle daha güçlü iş birliği halinde olmak istiyoruz” şeklindeki sözlerle Türkiye’nin AB ve ABD ile pozitif gündem oluşturma arzu ve niyetini ortaya koymuştur.  Bununla beraber, yine de AB Konsey’inin 11-12 Aralık toplantısının Bildirisi’nde “esefle belirtilmelidir ki Türkiye tek taraflı eylemlerini, tahriklerini, AB'ne, AB Üye Devletlerine ve Avrupalı liderlere karşı kullandığı söylemleri sürdürmektedir. Doğu Akdeniz'de, Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesi dahil, Türkiye’nin kışkırtıcı faaliyetler devam ediyor” değerlendirmesine yer verilmiştir.  Yunanistan ile Türkiye arasında “istikşafî görüşmelerin sorunsuz bir şekilde sürdürülmesi” istenmiştir.  Ayrıca “Türkiye, AB ile  ve Üye Devletlerle  gerçek bir ortaklık geliştirme arzusunda olduğunu ve uyuşmazlıkları diyalog yoluyla ve uluslararası hukuka uygun olarak çözme iradesi taşıdığını gösterebildiği takdirde, AB ile Türkiye arasında pozitif gündem oluşturulması teklifi masada kalacaktır” ifadesine yer verilmiştir. Bildiri’de Konsey’in mart ayındaki toplantısında Türkiye’ye yaptırım tedbirleri uygulanıp uygulanmayacağına o vakte kadar olan gelişmeler dikkate alınarak karar verileceği belirtilmiştir. ABD tarafında da Kongre 14 Aralık 2020 tarihinde Türkiye’ye yaptırım kararı almıştır. Yeni yılın hemen başında Cumhurbaşkanı Erdoğan “2021'i reform yılı haline dönüştüreceğiz” diyerek “hukuk ve ekonomi” alanlarında reformlar yapılacağını vurgulamıştır.

TÜRKİYE’YE RACON ATAN SÖZLERLE…

Özetle ifade ettiğim bu gelişmeler, Türkiye’nin Yunanistan ile istikşafî görüşmeleri başlatmasının, Doğu Akdeniz’de ilgili gemilerimizin faaliyetlerini durdurmuş olmalarının, Türkiye’nin “geleceğimizi Avrupa ile kurmayı tasavvur ediyoruz” söyleminin ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın “2021'in reform yılı” olacağını açıklamasının arka zemini oluşturmaktadır. Türkiye ile arasındaki sorunları halletme niyetinden yoksun, amacı sadece Türkiye’ye baskı yaptırmak ve yaptırım uygulatmak olan Yunanistan Devleti’nde yetkililer, istikşafî görüşmelerin yeniden başlayacağının ilân edildiği günlerde “Avrupalı ortaklar, Türkiye'yi diyalog kurallarına saygı duyarak görüşmeye yöneltmeyi başardılar. ABD yaptırımları da Türkiye'yi bölgede her istediğini yapmak için elinde açık çek olmadığını anlamasında önemli rol oynamıştır” yolunda demeçler vermekten geri kalmamışlardır.  Yunanistan Dışişleri ricalinin her gün âdeta Türkiye’ye “racon atan” sözlerle “pozitif gündemi” nasıl anladıklarını ortaya koymaktadırlar. Yunan yetkililerin "AB yaptırımları beklemededir. Türk politikasında büyük değişiklik var. Türkiye sonunda güç politikasıyla bir yere varamayacağını anladı" şeklinde Türkiye’ye tepeden bakan, oldukça yüksekten atan demeçler verdiklerini okuyoruz.

MAVİ VATAN’DA GÖRÜNÜRLÜĞÜMÜZ AZALACAK

Yunanistan’ın ve onun hamisi AB’nin amacı, Türkiye’yi kendisinin ve KKTC’nin hak ve çıkarlarını korumak için adım atmaz duruma getirmektir. AB’den ve ABD’den elde ettiği destek sayesinde Yunanistan Türkiye ile mevcut sorunlarını çözme ihtiyacını duymamaktadır; sorunların devamından da rahatsız olmamaktadır. Korkarım bugün Yavuz, Fatih, Barbaros Hayrettin Paşa ve Oruç Reis gemilerimiz veya biri limandan demir alıp Akdeniz’e doğru yola çıksa, başta Yunanistan olmak üzere AB Türkiye’yi gerginlik yaratan davranışta bulunmakla suçlayacaklardır. “Mavi Vatan’da” görünürlüğümüz azalacaktır. 

“LOW PROFİLE TUTUM İZLENECEK” 

KKTC “kapalı” Maraş ile ilgili açıklanmış projenin uygulanması en iyimser tahminle yavaşlatılacaktır. Gelişmeler, Kıbrıs sorunun çözümü için KKTC ve Türkiye tarafından açıklanmış olan “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” politikamızın gerektirdiği kararlı adımların atılmasının dalgalanmaya bırakılacağı ihtimalini işaret etmektedir.  “Low profile” bir tutum izlenecektir. Bu tahminlerimde yanılmak beni millî menfaatlerimiz bakımından sadece memnun edecektir. Kanaatime göre, Türkiye’nin “baskı karşısında masaya oturduğu” yorumlarına yol açacak bir zamanlamayla Yunanistan ile istikşafî görüşmeleri yeniden başlatma adımını atması; 2021'in reform yılı olacağını açıklaması; AB ile pozitif gündem çağrıları yapması yanlış olmuştur. Uluslararası camiada Türkiye’nin ABD’nin ve AB’nin kıskacıyla masayı tercih ettiği, barışçı ve uzlaşıcı davranma havası yarattığı kanaati oluşmuştur. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile pozitif gündem oluşturma adımlarını atmaya Yunanistan ile ilgili konularla ve özellikle “istikşafî görüşmeleri” canlandırma suretiyle başlamasını, Yunanistan’a Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerinde hak etmediği bir paye, bir kilit konum verilmesi olarak görüyorum. Takındığımız tutumdan Yunanistan ile sorunlarımız halledilmeden Türkiye’nin AB’ne yaklaşamayacağını bizim de bir gerçek olarak görüp kabul ettiğimiz sonucunun çıkarılmasından kaygı duyuyorum.  

TABLO ÇOK AÇIK

Son Milli Güvenlik Kurulu bildirisinde, Türkiye’nin Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ta uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını korumakta kararlı olduğu vurgulanırken, Yunanistan ile istikşafî görüşmelerin sürdürülmesiyle Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerimize nasıl devam edebiliriz? 

Yukarıda gelişmelerin seyrini ve Türkiye’nin tutum ve davranışlarını çevreleyen dış atmosferi izah etmeye çalıştım. Tablo çok açıktır.  Yunanistan ile istikşafî görüşmeler devam ederken ve Türkiye ile AB arasında “pozitif” gündem oluşturma niyeti ve isteği ortaya konmuşken, Türkiye’nin son bir, bir buçuk yıldır Doğu Akdeniz’de sergilediği dinamizmi, hareketliliği, görünürlüğü sürdürmesi mümkün olamaySacaktır. Çünkü, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de hamleleri, faaliyetleri AB tarafından hukuka aykırı ve tahrikkâr hareketler olarak değerlendirilmiş bulunmaktadır. AB’nin amacı Türk donamasının üslerinde demirli kalmasını sağlamaktır.  Türkiye’deki görevine kısa bir süre önce başlamış olan Alman meslektaşımın bir gazetede çıkan mülâkatında, diğer hususlar meyanında, “…son altı ayda Doğu Akdeniz’de gerginliklerin yaşandığı ve bizim, AB üyesi olarak partnerlerimiz Yunanistan ve Kıbrıs’ın kaygılarını paylaştığımız da doğrudur…Önemli olan Türkiye’nin de gerilimi azaltacak tavrını tutarlı ve inandırıcı şekilde sürdürmesidir” şeklinde ifadeler kullanması şayanı dikkattir ve AB’deki zihniyet bakımından ziyadesiyle ifşa edicidir.

BÜTÜN OKLAR TÜRKİYE’YE ÇEVRİLMİŞ DURUMDA

Bütün oklar Türkiye’ye çevrilmiş durumdadır. Yunanistan’ın Türkiye’ye yönelik tehditkâr ve tahrikkâr tutum ve davranışlarını, Ege’de hukuk dışı eylemlerini gören ve dile getiren yoktur. Bu şartlarda, KKTC’nin ve Türkiye’nin ABD ve AB’den gelen baskılar karşısında söylemlerini eyleme çevirmelerinin kolay olmayacağını düşünüyorum. 

Doğu Akdeniz’de “sıfır müttefik” olduğu sürece, her yere vatan denilse bile sonucun değişmeyeceği, çözümün, Ankara’nın Şam’la anlaşmasının ve Kahire ile barışmasının açacağı siyasi tabloda olduğu, münhasır ekonomi bölgelerinin bu şekilde kazanılacağı görüşüne katılıyor musunuz?   

DİPLOMASİ TARİHİNE GEÇECEK MİZAHİ OLAY

Bu gerçekçi bir görüştür. Katılıyorum. Bilindiği üzere, Türkiye 2010’dan sonra “komşularla sıfır sorun politikası” başlatmıştır. Sonuç diplomasi tarihine geçecek bir mizah olayıdır. İddialı açılımımız “sıfır dost”, “sıfır müttefik” şeklinde bir sonuç vermiştir. Türkiye liderlik yapmayı amaçladığı bölgesinde yapa yalnız kalmış, âdeta dışlanmıştır. Ortadoğu ve Doğu Akdeniz diplomasisinde baş aktörler Türkiye, Suriye, İsrail, Suudî Arabistan ve Mısır’dır. Ayrıca, Ürdün, Lübnan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) öne çıkan devletler arasında sayılabilir. 

MÜNASEBETLERİ KOPUK, ARIZALI BİR TÜRKİYE’NİN… 

Saydığım bu devletlerle münasebetleri kopuk, arızalı, düşük seviyeli olan bir Türkiye’nin ne bölgesinde ne çeşitli çok taraflı forumlarda rahat, suhulet içinde etkili bir diplomasi yürütmesi mümkün olabilir. Ne de Doğu Akdeniz havzasında Mavi Vatan’ı koruyup geliştirmede, kaynaklarından yararlanabilme de kendini rahat ve serbest hissedebilir. İsrail Orta Doğu diplomasisinde merkezî konumdadır. 2003’ün başlarından itibaren Türkiye’de yeni Hükûmet İsrail ile dostluk ilişkileri yürütmüştür. 2009 Ocak Davos “one minute” hadisesinden, Mavi Marmara olayından sonra ilişkilerimiz İsrail ile bozulmuştur. Şunu da belirmek isterim: İsrail neredeyse uluslararası ilişkiler çerçevesinde ABD demektir. İsrail’e rakip veya hasım olan ve tehdit oluşturan devletlerin ABD ile normal rahat münasebetlere sahip olması zordur. ABD’deki, uluslararası finans çevrelerindeki, medyadaki, vesaire, Yahudi, Musevî faktörünün önemi, ağırlığı inkâr edilemez. Bunu tasvip ettiğim için değil bir gerçek olduğu için vurguluyorum. Şunu da bir dosya olgusu olarak vurgulayayım. Millî Kıbrıs Davamız BM Genel Kurullarında 1965’ten itibaren 8 defa görüşülmüştür. Oylamalar yapıldı. Kararlar alındı. Bu oylamaların hiç birisinde İsrail ve ABD Türkiye’nin ret oyu kullandığı kararlara kabul oyu vermemişlerdir. ABD 1965 yılındaki BM Genel Kurul Kararının oylanmasında Türkiye ile ret oyu kullanmıştır. Diğer ret oyu kullananlar Arnavutluk, İran ve Pakistan olmuştur. Bugün Kıbrıs ve Türk – Yunan sorunlarında İsrail’in ve ABD’nin tarafsız tutumunu kaybetmiş durumdayız. Her iki devlet de Yunanistan’dan, GKRY’den yana taraf olmuşlardır. Doğu Akdeniz’de eski dost İsrail “düşmanımın düşmanı benim dostumdur” zihniyetiyle Türkiye’ye karşı gruplara, ittifaklara, anlaşmalara girmiştir. Türkiye’nin Orta Doğu Bölgesi’nde, Doğu Akdeniz havzasında Mısır ile normal diplomatik ilişkiler içinde olmaması, Türkiye’nin çıkarları bakımından kabul edilebilir bir durum değildir. 

HEP AH KEŞKE KARDEŞİM ESAD, KATİL ESED OLMASAYDI 

BAE’de  4 yıl Büyükelçilik yaptım. İlk Büyükelçiliğimdi. Meslek hayatımın en doyurucu döneminden birini orada yaşadım. Türkiye ve Türkiye’nin Büyükelçisi BAE’de el üstünde tutuluyordu. BAE ülkesinde KKTC’nin temsilciliğini açan ilk Arap Devleti olmuştu. Devlet ricali “Müslüman Kardeşler Hareketine” karşıydılar. Mısır Körfez Devletleri için âdeta bir kutup yıldızı niteliğindedir. Türkiye Mısır Devlet Başkanı’nı boykot edince ilk tepki BAE’den gelmiştir. Hep “ah keşke kardeşim Esad, katil Esed” olmasaydı derim. 1998 yılında iki devlet arasında terörle mücadele Mutabakat Belgesi imza edilmiş, sonra bu 2011’de Anlaşma şeklinde geliştirilmiştir.  Güney kara sınırımızda oluşturulmak istenen şer kuşağını yok etmek için birlikte çalışabilseydik durum farklı olurdu diye düşünmekteyim. Arap âlemi Türk Silahlı Kuvvetlerinin terör yuvası haline gelmiş ve Türkiye’yi tehdit eden Arap topraklarındaki faaliyetlerine karşı Arap Milliyetçiliğine mahsus bir tepki göstermektedir. Arap Birliği Türkiye aleyhinde açıklamalar yapmaktadır. Suriye devleti ile mutabakat halinde faaliyetlerimizi yürütseydik görüntü başka olurdu. Suudi Arabistan Devleti Türkiye’nin ülkesinde bir siyasî cinayet işleme cüretini gösterebilmiştir. Bu düşmanca bir davranıştır.

TÜRKİYE DIŞ POLİTİKADA YALNIZLIK İÇİNDEDİR

Bugün gerçek şudur: Türkiye dış politikada yalnızlık içindedir. Bu yalnızlığı “değerli yalnızlık” olarak niteleyerek tevil etmek hatadır; gerçeklerle bağdaşmaz.  Günümüzde Rusya’nın Doğu Akdeniz havzasındaki ilişkiler ağının Türkiye’ninkinden daha düzgün olduğu gibi bir garabete tanıklık ediyoruz. Rusya diplomasisi Orta Doğu’ya Türkiye’den daha sağlam ve yaygın bir şekilde yerleşmiştir.  Dostane münasebetler sürdürdüğümüz Rusya’nın Kıbrıs, Türk – Yunan sorunlarında, Suriye, Libya sorunlarında, Ermeni iddialarında uyguladığı politikalar, açıkladığı görüşler, BM’deki oylamalarda verdiği oylar, Türkiye’nin aleyhindedir. Rusya PKK, PYD, YPG’yi terörist olarak tasnif etmiş değildir. Bu teröristlerin Rusya’da temsilcilikleri vardır. Türkiye’nin dış ilişkilerindeki bölgesel ve küresel dengelerin yeniden kurulmasına ihtiyaç vardır. 

MUHİTİNDE ÇOK HASMA SAHİP DEVLET, BM ZEMİNLERİNDE DOST DESTEĞİ BULAMAZ

Komşu muhitinde, bölgesinde çok düşmana, hasma sahip bir devlet BM zemininde, diğer çok taraflı zeminlerde fazla dost desteği bulamaz. BM’nin oldukça kaygan zeminindeki diplomasi, aslında üye devletlerin ikili plândaki ilişkilerinin yansıması şeklinde cereyan eder. Bir devlet ikili ilişkilerinde ne ekerse, BM çatısı altındaki çok taraflı diplomaside de onu biçer. AB içinde de bu böyledir. Türkiye 2008 Ekim ayında BM Genel Kurulu’nda yapılan oylama ile 47 yıl aradan sonra Batı Grubu’nun adayı olarak ve rekor seviyede 151 oy alarak BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmişti. 2014 yılında Güvenlik Konseyi üyeliği için yeniden aday olduk. Alabildiğimiz oy maalesef 60’ta kaldı. Türkiye’nin BM Genel Kurulu’nda 2008’de aldığı oy sayısı ile 2014’te elde ettiği sayının mukayesesi dış politikada kaybettiğimiz irtifayı gösterir mahiyettedir.

ÂLİ ÇIKARLAR FİLİSTİN DAVASINDA ÖNDE GELMELİDİR

Şunu da belirtmek isterim: Türkiye’nin âli çıkarları Filistin Davası’ndan önde gelmelidir. Maalesef, 40 yıllık meslek hayatım boyunca Kıbrıs konusunda Filistin’in, Bağlantısızlar ve İslam Konferanslarında, BM çerçevesinde hep Rumların ve Yunanistan’ın önde gelen destekçisi olmuştur. Bir keresinde Filistin delegesi 1983 yılında Dakka’daki İslâm Konferansı’nda Kıbrıs konusunda KKTC’nin ve Türkiye’nin lehindeki kararın çıkmasını engellemeye alkışınca söz alarak “bu çatı altında bir Müslüman halkın davasına karşı Yunanistan’ın ve Kıbrıs Rumların davasını savunanlara yer olmamalıdır. İslâm ülkeleri arasındaki dayanışmaya ihanettir” gibi ifadeleri kullanmak mecburiyetini hissetmiştim.  Filistin, İslam Konferanslarında alınan KKTC lehindeki kararlara devamlı olarak çekince koymuştur. 

MAVİ VATAN’DA HEDEFLERE ULAŞMAK İÇİN…

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan’da hedeflerine ulaşabilmesi için, diplomaside sözü geçen duruma gelmesi gerekir. Diplomaside adımlarımızı bölge devletleriyle olan ilişkilerimizdeki kopuklukların giderilmesine öncelik vererek atmalıyız. ABD ve AB ile münasebetlerimizin düzelmesine ihtiyaç vardır.  Diplomasimizin bu yöndeki başarı ölçüsü, ilişkileri normalleştirme çabalarında millî menfaatlerimizle doğrudan ilgili konularda muhataplarımıza ödün vermemesidir. 

Kıbrıs’ta müzakerelerin 3,5 yıllık aranın ardından mart ayının ilk haftasında yeniden başlayacağı bildirildi. Sizce Kıbrıs'ta Türk tarafı hangi adımları atacak, iki devletli çözüm mümkün mü? 

KIBRIS İÇİN DOĞAL ÇÖZÜM

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve KKTC Cumhurbaşkanı Tatar’ın 15 Kasım 2020’de KKTC Cumhuriyet Bayramı töreninde “eşit egemenlik temelinde iki devletli çözüm” şeklini tek çözüm seçeneği olarak vurgulamaları Millî Kıbrıs Davamız için tarihî bir gelişmedir.  Çünkü, bu Kıbrıs sorunu için doğal çözüm şeklidir. BM’nin 1980’de kabul ettiği iki toplumlu, iki kesimli federal çözüm formülünün geçen 41 yıl içinde Kıbrıs’ta gerçekleşmesinin mümkün olamayacağı kesin biçimde belli olmuştur. Ada’da 1974’ten bu yana iki ayrı siyasî coğrafya, iki halk, iki devlet, iki ayrı halk iradesi ve demokrasi mevcuttur. 24 Nisan 2004 tarihinde Annan Plânı üzerinde iki ayrı Devlet’de ayrı ayrı referandumlar düzenlenmiş olması ve iki halkın iradelerine ayrı ayrı başvurulmuş olması bu gerçeğin kanıtıdır. Rumlar Antlaşmayı ve dolayısıyla federal çözümü reddetmişlerdir. Kıbrıs Türk halkıyla iktidarı ve refahı paylaşmak istememişlerdir. Federal çözüm arayışı aslında o gün sona ermiştir. Ne yazık ki Türkiye 2004’te artık “KKTC’nin Türkiye’ye ilâve olarak uluslararası plânda tanıtılması süreci başlamıştır” diyememiştir. Şurası bir gerçektir ki, Ada’da Türklere nazaran üstün nüfusları dolayısıyla kendilerine uygulamada çeşitli imkânlar, avantajlar sağlayan iki toplumun eşit kurucu ortaklığına dayalı 1960 “Kıbrıs Cumhuriyeti” çözüm şeklini içlerine sindiremeyen, kuruluşundan 3 yıl, 4 ay, 5 gün sonra kuvvet kullanmak, Kıbrıs Türk halkına katliam yapmak suretiyle Yunanistan’ın desteğiyle “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni” yıkan Kıbrıslı Rumların, kendileri için 1960 çözüm şeklinden geriye giden Federal çözüm şeklini kabul etmesi tasavvur dahi edilemez. Esasen Rumlar ve Yunanistan Türkiye’nin Ada’da sahip olduğu etkin ve fiilî hak ve yetkilerinden kurtulma peşindedir. O zaman ellerinin Kıbrıs’ta serbest olacağını görmektedirler. 

KIBRIS TÜRK HALKININ DİRENCİNİ KIRMA AMACI

Nitekim, Rumlar 1980’den günümüze kadar BMGS’nin masaya koyduğu federal çözüme dair çok sayıda belgeyi reddetmişlerdir. Rumlar, bir taraftan müzakere masasına tekrar tekrar yeniden dönerek, fakat son tahlilde hep çözüm şeklini reddederek, Kıbrıs Türk halkını çözümsüzlüğe mahkûm etme, uygulanmakta olan ambargo tedbirleri ile de Kıbrıs Türk halkının direncini kırma amacını gütmüşlerdir.  Şimdi de 2004’te reddettikleri federal çözüm ister gibi görünmelerindeki saik ve maksat budur. Çünkü, BM, AB, Uluslararası toplum, Ada’da mevcut Rum Hükûmetini, sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” Kıbrıs Türk halkını da temsil eden meşru Hükûmeti olarak kabul etmektedir.  BM’nin, AB’nin ve uluslararası toplumun bu yanlış tutumu sadece bir adaletsizlik, haksızlık değil, aynı zamanda Ada’da çözüme ulaşılmasının önündeki tek engeldir.  Çünkü, uluslararası toplumun bu tutumu Kıbrıslı Rumları ve Yunanistan’ı çözüme ihtiyaç duymaz ve çözümsüzlükten rahatsız olmaz duruma getirmiştir. Bilindiği üzere BMGS’nin “iyi niyet görevi” çerçevesindeki müzakere süreci 2017 Temmuz ayında başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Müzakere sürecini canlandırmak ve yeniden başlatmak için BM Güvenlik Konseyi ve BMGS çaba sarf etmektedir.

KONFERANS İYİ NİYET GÖREVİ ÇERÇEVESİNDE DÜZENLENECEK

Bu çabalar cümlesinden olmak üzere BMGS mart ayında Kıbrıs’taki iki tarafın, garantör devletler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin ve BMGS’nin katılacağı ve kısaca “5+1” olarak ifade edilen bir Konferans düzenlenmesi istikametinde çalışmaktadır.  Bu Konferans’ın BMGS’ne 1975 yılında Güvelik Konseyi tarafından verilmiş olan “iyi niyet görevi” çerçevesinde düzenleneceği bellidir. BMGS Konferans’ın gayrı resmî mahiyette olacağını açıklamıştır. Konunun ve içinde bulunulan durumun anlaşılabilmesi için BMGS’nin Kıbrıs konusundaki görevinin ne şekilde tarif edildiğini ve nasıl bir çözüm hedefine yönelik olduğunu hatırlatmamda fayda vardır: BM Güvenlik Konseyi'nin kaynaklarında, BMGS'nin “iyi niyet” görevi, tek bir Kıbrıs Devleti'nin mevcut olduğu, yani 1960’da kurulan aslında 1963 sonunda Rumlar tarafından silâhlı saldırılarla yıkılmış bulunan iki toplumlu “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” var olduğu; Güvenlik Konseyi'nin BMGS'ne iki toplumdan oluşan bu Kıbrıs Devleti’ne dayalı bir çözüm aranması için görev verdiği; BMGS'nin iyi niyet görevini ifa ederken, var olan bu Kıbrıs  Devlet’i için iki toplum arasındaki ilişkileri bu defa federal, iki toplumlu ve iki kesimli temel üzerinde düzenleyecek yeni bir anayasa yapma hedefini gütmesi gerektiği anlayışıyla tarif edilmiş bulunmaktadır.

AMAÇ KKTC’Yİ ORTADAN KALDIRMAKTIR

Yani, amaç ve güdülen hedef 1963’te yıkılmış olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını bu defa iki toplumlu, iki kesimli federal bir anayasa ile sürdürmesini sağlamaktır. Bu sözde Cumhuriyet’e Kıbrıs Türk halkını yamamaktır. KKTC’ni ortadan kaldırmaktır. BMGS’nin mevcut “iyi niyet görevi” KKTC’nin ve Türkiye’nin 2020 ayından sonra Kıbrıs sorununun çözümü için belirledikleri “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” şekli ve hedefi ile bağdaşmamakta, çatışmaktadır.Türkiye’nin ve KKTC’nin, gayrı resmî mahiyette de olsa BMGS’nin öngördüğü “5+1” Konferans’a katılmaları, açıkladıkları çözüm şekli ve hedefi ile çelişmektedir. 

BM’NİN KAYGAN ZEMİNİNDE…

BMGS’nin “iyi niyet görevi” KKTC’nin ve Türkiye’nin öngördükleri çözüm şekli yönünde çalışılmasına müsait hale gelecek şekilde yeniden tarif edilmeden Türk tarafı BM zeminindeki çözüm arayış çalışmalarına katılmamalıdır. Aksi takdirde takınılan pozisyon bakımından inandırıcılığımız kaybolur. BM’nin kaygan diplomasi zemininde sözde federal çözüm girdabına kapılma tehlikesiyle karşılaşabiliriz. BMGS Guterres 28 Ocak günü New York’ta BM binasında bir basın toplantısı düzenlemiştir.  Kendisine KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” formülü ve Kıbrıs konusunda Mart ayında toplamayı düşündüğü 5+1 Konferans hakkında sorulan  soruya verdiği cevapta “BM’nin Kıbrıs müzakereleri ile ilgili  bir görevinin bulunduğunu; bu görevin iki kesimli, iki toplumlu çözüm hedefine yönelik olduğunu; bu gerçeğin toplantıdaki her bir muhatabımızın pozisyonlarını ortaya koymaları için bir engel teşkil etmeyeceğini; şayet taraflar arasında müzakerelerin kapsamını  genişletme hususunda bir anlaşma olursa BM Güvenlik Konseyi’ne gitmeye ve bu yönde genel bir anlaşma için tercüman olmaya her zaman hazır olacağını” söylemiştir. BMGS’nin, KKTC ve Türkiye tarafından Kıbrıs sorununun çözümü için “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” tezinin ortaya atılmasından sonra düzenlenen basın toplantısında kendisine BM Güvenlik Konseyi tarafından Kıbrıs sorununun çözümü için verilen görevi ve belirlenen çözüm hedefini hatırlatması maksatsız değildir.  BMGS, BM zeminindeki müzakerelerden şimdiki “iyi niyet” görevi çerçevesinde sadece “iki toplumlu, iki kesimli federal devlet” şeklinde çözüm çıkabileceği; bunun dışında bir çözüm şekli yönünde çalışılabilmesi için Kıbrıs sorununun tarafları arasında mutabakat hasıl olması ve bu mutabakatın da BM Güvelik Konseyi tarafından kabul edilmesi gerekeceği mesajını vermiş bulunmaktadır.  BM Güvenlik Konseyi 29 Ocak günü Kıbrıs konusunda yeni bir karar kabul etmiştir. Bu kararda daha önce çözüm şeklini belirleyen ilgili kararlar da zikredilerek Kıbrıs sorunu için kalıcı, kapsamlı ve âdil çözüm şeklinin “BM kararlarında tarif edilen siyasî eşitlik temelinde iki toplumlu ve iki kesimli federasyon” olduğunu tekrarlanmıştır. Takip eden paragrafta da BMGS’nin öngördüğü “5+1” Konferans’a destek verilmiştir. Tarafların ve tüm ilgili katılımcıların bu görüşmelere açıklık, esneklik ve uzlaşma ruhuyla yaklaşmaları ve BM himayesinde karşılıklı olarak kabul edilebilir bir anlaşmayı serbestçe müzakere etmek için gerekli siyasi iradeyi göstermeleri istenmiştir.

BM GÜVENLİK KONSEYİNİN ÇÖZÜME DAİR POZİSYONUNDE DEĞİŞİKLİK YOK 

Görüleceği üzere BM Güvenlik Konseyi’nin çözüm şekline dair pozisyonunda bir değişiklik yoktur. Kararda BM’nin öngördüğü çözüm şekli tarif edildikten hemen sonra “5+1” Konferans’tan söz edilmesi suretiyle de Konferans’ın da aynı çözüm şekli ile bağlantılı olduğu ortaya konulmuştur. Güvenlik Konseyi’nin kararında, ayrıca KKTC’deki Maraş konusuna, bundan önceki Konsey kararlarında olduğundan daha ayrıntılı ve kuvvetli ifadelerle yer verilmiş; konuya ilişkin evvelki Konsey karaları ve açıklamaları hatırlatılarak, Maraş ile ilgili gelişmelerden Konsey’in duyduğu derin endişe vurgulanmış ve KKTC’nin Maraş’ta ortaya koyduğu hareket tarzının iptal edilmesi istenmiştir. Mart ayında toplanması öngörülen Konferans’ta “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” formülümüzün GKRY ve Yunanistan tarafından reddedileceği kesindir. İngiltere’nin, Ada’daki kendi üslerinin dayanağını oluşturan 1959 “Zürih ve Londra” mutabakat ve anlaşma belgeleri ile bunlara dayalı 1960 Lefkoşa Antlaşmalarının ilgasını gerektirecek” egemen eşitlik temelinde iki bağımsız devlet” çözümüne destek vermeyeceği de muhakkaktır. BM Güvenlik Konseyi’nde bugüne kadar kabul edilmiş olan ve Türkiye ve KKTC tarafından reddedilmiş bulunan konunun esasına ilişkin Kararların tamamına yakınının yazarı ve sunucusu İngiltere’dir. Nitekim biraz önce bahsettiğim son BM Güvenlik Konseyi Kararı’nı hazırlayan da İngiltere olmuştur.

BİDEN’İN ROLÜ

Ayrıca, konu hakkında ABD Başkan’ı Biden’ın muhtemel rolünden de bahsetmem uygun olacaktır. Biden ABD Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı dönemde Kıbrıs müzakere sürecinin başlatılmasını teminen 11 Şubat 2014 yılında KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile Anastasiadis arasında bir müzakere çerçeve belgesi üzerinde mutabakat sağlanması için ekibiyle birlikte aktif çaba sarf etmiştir. Özellikle KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu üzerinde politik baskılar icra edilmiştir. Bu çaba ve baskılarda dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ve ekibinin de rol oynadığı çeşitli konferanslar için KKTC’ne gittiğimde bana ifade edilmiştir.  Hatırlanacağı üzere çerçeve belgesinin kabul edilmesi üzerine KKTC’nin müzakerecisi Büyükelçi Osman Ertuğ istifa etmiştir. Çünkü, o belge büyük ölçüde Kıbrıs Rum emel ve hedeflerine hizmet eder mahiyetteydi. Anastasiadis Belge’nin kabulünden sonra düzenlediği basın toplantısında elde ettikleri kazançları gösterişli biçimde açıklamıştır.  

Biden Mayıs 2014’te Ada’yı ziyaret etmiştir. KKTC’ne de geçerek Cumhurbaşkanı Eroğlu ile Cumhurbaşkanlığı binasında görüşmüştür. Bununla beraber, Biden KKTC’de basın toplantısı yapmaktan kaçınmıştır. Biden Yönetimi’nin “iki toplumlu ve iki kesimli federal çözüm” yönünde ağırlığını koyması beklenir. ABD’nin iç siyasî yapısının da ABD’deki Rum-Yunan, Yahudi ve Ermeni gibi toplulukların Yönetim üzerinde ağırlıklarını hissettirmelerine müsait olduğu da bilinmektedir. KKTC ve Türkiye “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” tezini kararlılıkla savunmaya devam etmelidirler.  AB’nin Türkiye ile ilişkilerde pozitif gündem anlayışının, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de, Ege’de, Kıbrıs’ta, Batı Trakya’da, terörle mücadelede, kendi hak ve çıkarlarını, millî güvenliğini koruma, Kıbrıs Türk halkının ve KKTC’nin, Batı Trakya’daki Türk azınlığının hak ve hukukunu koruyup kollama yolunda adım atmaktan kaçınması olduğu bellidir.  Türkiye’nin dış ilişkilerindeki kopuklukları, arızaları giderme çabasını doğru amaçlı faydalı bir çaba olarak görmekteyim. Bununla beraber, Türkiye’nin ilişkilerin düzeltilmesi karşılığında kendisine özellikle saydığım konularda yapılabilecek taleplere itibar etmeyeceğine ve gerilemeyeceğine inanmak isterim.

KKTC ve Türkiye, milli davada Denktaş çizgisine gelmiş midir?

DENKTAŞ ÇİZGİSİNE GELİNDİ

KKTC ve Türkiye’nin sözde federal çözüm hedefini terk ettiklerini ve bundan böyle tek seçenek olarak “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” hedefi yönünde Millî Davamızı yürüteceklerini açıklamış olmalarını, KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf R. Denktaş’ın çizgisine gelme olarak değerlendiriyorum.  Esasen, Denktaş’ın KKTC’ni ilân etmesindeki tek maksat ve gerçekleştirmek istediği tek hedef, iki bağımsız ve egemen devlet arasında egemen eşitlik temelinde yapılacak barış müzakeresi ile iki Devlet’in Ada’da barış, dostluk, iş birliği, iyi komşuluk ilişkileri içinde, Türkiye’nin garanti ettiği karşılıklı güvenlik ortamında yan yana yaşamasını mümkün kılacak bir anlaşma yapabilmekti. KKTC’nin ilân edildiği dönemi Ankara’da yetkili konumda dosya başında yaşamış bulunuyorum. Merhum 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Denktaş’tan “o bir kahramandır” diyerek söz ederdi. Her iki Cumhurbaşkanı’nı rahmet ve saygıyla anıyorum. 

Twitter hesabınızdan KKTC’nin AB’nin ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ne verdiği aşıları kabulünün yanlış bir tutum olduğunu belirtmiştiniz. Aşının KKTC’ne Türkiye tarafından temin edilmesi yönündeki görüşünüzü detaylandırıp paylaşır mısınız? 

Evet. Yanlış olduğuna inanarak o tweeter mesajını yazmıştım. Çünkü, AB’nin sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’ne” verdiği aşıları, “Kıbrıs Hükûmeti” de kendi iki toplumundan biri ve kendi vatandaşları kabul ettiği “Kıbrıs Türk toplumuna” vermektedir. KKTC ve Türkiye, KKTC’nin yok farz edilip toplum statüsünde muamele görmesini kabul edebilir mi? KKTC kendi halkını “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” toplumu olarak görebilir mi? KKTC makamları, KKTC’nin Türkiye Cumhuriyeti tarafından da diplomatik yoldan tanınmış bağımsız ve egemen Devlet olduğunun bilinci içinde davranmalıdır. Ayrıca şunu belirteyim: Kıbrıs adasında, AB’nin fonlarıyla kurulmuş toplumsal hayatın çeşitli alanlarında faaliyet gösteren çok sayıda “iki toplumlu komiteler” var. Maalesef, bağımsız ve egemen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, bizim yok hükmünde kabul ettiğimiz fakat BM’nin ve AB’nin meşru addettiği “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” sanki bir toplumuymuş gibi söz konusu Komitelerin çalışmalarına katılmaktadır.

KKTC İKİ TOPLUMLU KOMİTELERDEN ÇEKİLMELİ

KKTC’nin yaşatılması bu şekilde sağlanamaz. Bunlar dış çevrelerin KKTC’ni aşındırma, Kıbrıs Türk halkının direncini kırma maksatlı yardım faaliyetleridir. Kendi amaçları için parayı esirgememektedirler. Bu sebeple aşıları KKTC’ne Türkiye’nin temin etmesini istedim. Türkiye aşı verdi. Ümit etmek isterim ki KKTC makamları sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nden aldıkları aşıları iade etmiştir. Bir dava, özellikle Kıbrıs gibi Millî bir Dava söylem ve eylem birliği içinde yürütülebilir, kazanılabilir. Bir taraftan “biz bağımsız ve egemen Devletiz” diyeceksiniz, öte yandan Rum Devleti’nin iki toplumundan biri olarak muamele görmeyi kabulleneceksiniz! Ada’da mevcut olan ve halen faaliyet gösteren “iki toplumlu Komitelerden” KKTC’nin çekilmesini öneriyorum.