Türklerin nasıl bir millet olduğuna gelince:

Kur’an ehli olan bu vatanın evlâtları; altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir; Kurânı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’anı ilân etmiş.

Milliyetini, Kur’an ve İslâmiyete kale yapmış. Böylece bütün dünyayı susturmuş, müthiş / dehşetli tehacümatı / hücumları defetmiş.

“Cenabı Hak (kendi takdiri ile) bir kavim getirecektir. Allah onları, onlar da Allahı severler. Onlar; müminlere karşı son derece alçak gönüllü (şefkatli) kâfirlere karşı ise inadına (vakarlı), ulu kimselerdir. Allah yolunda cihad ederler. Herhangi bir kötü dilli kimsenin kınamasından da korkmazlar.” (Maide: 54) 

Âyetine güzel bir masadak olmuşlar / anlamına muvafık ve mutabık bir hâl almışlar.

Bin seneden beri, İslâmın vahdet ve birliğini muhafaza edip korumuşlar.

Evet, bin seneye yakın, Kur’anın bayrağını cihanın cihâtı sittesi / altı cihet ve tarafında, galibane / galip olana yakışacak şekilde gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesabına müftehirane / iftihar edercesine ve taraftarane / taraftar olacak surette muhabbet ve sevgi duymamak mümkün mü?

Çünkü Türkler; şarkın / doğunun en cesur, kuvvetli ve kesretli / kalabalık kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusudur.

Türk milleti; yedi yüz sene müddetince, İslâmiyetin ve Kur’anın elinde; onu şerefli kılan, barikaâsâ / şimşek gibi bir elmas kılınç olmuştur.

Kur’anın bayraktarı ve Kur’anın sena ve övgüsüne mazhar olan bu millet sevilmez mi?

Bu mübarek milletin bahadır / kahraman ve yiğit ordusunun milyonlar efradı / fertleri, zabit ve subaylarını sevmemek, hürmetlerini, haysiyetlerini muhafaza etmemek mümkün mü?

Türkler; İslâmiyet ordularının en kahramanı olmaları hasebiyle, Kur’ana yaptıkları ve yapacakları kudsî / kutsal hizmetleri sebebiyle, her milletten daha çok sevilmeye ve taraftar olunmaya lâyık bir millettir.

Türkler hakkında Peygamberin senası / övgüsü muhakkaktır. Birkaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiştir. Bu konuda hadis var. Mânâsı hakikat ve Türk milletinin Peygamber övgüsüne mazhar olduğu bir gerçektir. Bir nümunesi / örneği Sultan Fâtih hakkındaki hadistir.

Türk milleti asırlardan beri, İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir.  

Bunların torunlarına kılıç çekilmez. Ne dün çekilmeliydi, ne de yarınlarda çekilmeli.

İslâmiyet milliyetiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet / kardeşlik ile, Türk denilen bu vatanın iman ehliyle, şiddetli ve pek hakikî bir şekilde alâka kurmak; her müslümanın manevî görevidir dersek yeridir.

Türk milleti, beş yüz, belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya göstermiştir.

Türk milleti; şeref fermanını, Kur’an bayraktarlığını, kılıçlarıyla imzalayan bir ordu millettir.

İslâmiyetin kahraman ordusu Türklerle, gerçek bir  tesanüd ve dayanışma ile, el ele verip Kur’anın bayrağını dünyanın her tarafında, yine ilân etmenin yolları aranmalıdır.

Kalbinde yerleşen iman ve itikat cihetiyle, rûyi zeminde / yeryüzünde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla karşı koymuştur.

İslâmiyet ve kemalâtı maneviyenin / manevî mükemmelliklerin bayrağını; Asya, Afrika ve yarı Avrupa’da gezdirmiş.

“Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim.” deyip ölümü gülerek karşılamış.

Bununla beraber, dünyadaki müteselsil / zincirleme / arka arkaya gelen düşmanlıklara kadar;  dehşetli tehditlere karşı, imanın kahramanlığıyla mukabele etmesini bilmiş ve asla korkmamıştır.

Kaza ve İlahî kadere karşı ise, imanın; gerekeni yapmak kaydıyla çerçeveli teslimiyet anlayışına uygun bir durum sergilemiştir.                                                                   

Korkmak, dehşet almak yerine; her şeye hikmetle bakmasını bilmiş. Ayrıca her şeyden ibret alınmasını da ihmal etmiyerek, dünya saadet ve mutluluğunu kazanmayı başarmıştır.