Prof. Dr. Michael D. Castle

Nazi Almanyası ile imzaladığı dostluk antlaşmasının yarattığı hava içinde Sovyet Rusya, daha İkinci Dünya Savaşının ilk yıllarında, Türkiye ile 1921 yılında imzalanan dostluk anlaşmasından başlayıp, 1925 yılında imzalanan tarafsızlık antlaşmasıyla şekillenen iyi ilişkilerin sürdürülmesinde yarar görmediğini açıkça ortaya koyar bir durum içine girmişti. Sovyet Rusya, Nazi Almanya'sının açık saldırıları içinde bulunulan bir dönemde, Türkiye ile Batılı demokrasiler arasında şekillenen ittifak ilişkilerine engel olmağa ve Türkiye'yi Nazi Almanyası tarafına çekmeye çalışmaktaydı. Nazi Almanyası ile yapmış olduğu dostluk antlaşmasından yararlanarak Avrupa'da ilk coğrafî genişleme hareketlerini başarmış olan Sovyet Rusya, o zamanki Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop'un, Almanya'nın, Sovyet Rusya'ya, Güney Doğu Avrupa ülkelerinde serbest hareket etmek hakkını tanıdığı ifadelerinden cesaret bulmuş, ancak, Alman Dışişleri Bakanının Ruslara yaptığı vaatlerin Hitler'in direnci ile karşılaşması ve sonradan, Almanların Sovyetler Birliğine silahlı saldırıya geçmeleriyle, Türkiye, evvelce Baltık memleketleri ile Polonya'ya uygulanan muameleden kurtulmak imkânını bulmuştur. Almanların Sovyetler Birliğine saldırmasından sonra, Sovyetler'in Türkiye’ye karşı tutumlarında değişiklik gözlenmiş ve bu sefer Sovyetler Birliği, Türkiye'ye Bulgaristan'dan toprak teklif edecek kadar ileri gitmişti.

İkinci Dünya Savaşının Almanlar aleyhine bir yönde gelişmeye başlamasından sonra, Sovyetlerin Türkiye'ye karşı tutumlarında yeniden dostça olmayan bir değişiklik ortaya çıkmıştı. Bu tutum, daha savaşın bitiminden önce Sovyetler Birliğinin 1925 tarihli Türk-Sovyet Antlaşmasını 1945 senesinde feshetmesiyle daha belirgin bir hale geldi. Sovyet Hükümetinin yeni bir antlaşma yapılması için Türk Hükümetine teklif ettiği şartlar, Sovyet Rusya Hükümetinin, Çarlık Rusya'sının politikasını benimsemiş olduğunu çıplaklıkla ortaya koymaktaydı. Bu arada Sovyetler Birliği, Yalta ve Potsdam Konferanslarında öbür müttefiklerine boğazlar meselesini Türkiye'ye teke tek görüşmeye hakkı olduğu görüşünü kabul ettirmeye çalışıyordu. Bu konudaki temaslar devam ederken bütün Sovyet basını ve radyosu dünyadaki Ermeni komitelerinin de katkısı ile Türkiye aleyhine baskılı bir propaganda faaliyetine girişmişti. Türkiye'den alınacak toprakların Sovyet Ermenistan'ına bağlanacağı şeklindeki Sovyet vaatleri, Türkiye'deki Sovyet siyasî misyonlarının ve konsolosluk temsilciliklerinin Türkiye’den, Sovyet Ermenistan'ına yönelen bir göçü başlattırma faaliyetleri ile olgunlaştırılıyordu. Bu arada, Sovyetler Birliği, Türkiye'de iktidarda olan hükümetin değişmesi durumunda Sovyet-Türk ilişkilerinin düzelmesi ihtimalinin ortaya çıkacağı temasını da gerek memleketimiz içinden gerekse dışından işlemekteydi. 1945 yılının sonuna doğru Türkiye üzerindeki Sovyet toprak arzuları Kars ve Ardahan illerimizi aşarak Trabzon'u da içine alan bir genişlik kazanmak eğilimi göstermekteydi. İki memleket arasındaki gerginlik bu seviyeye erişince Amerika Birleşik Devletleri, Türk hükûmetine, ortaya çıkan durumun artık Türk-Sovyet ilişkileri alanını aşıp, ihlâline müsaade edilmeyecek olan Birleşmiş Milletler Yasası sahasına girmiş olduğu kanısını bildirdi. Bu davranıştan az sonra da İngiliz Dışişleri Bakanı İngiliz Parlamentosunda yaptığı bir açıklama ile İngiltere'nin Türkiye ile arasında mevcut ittifak anlaşmasını tekrarladı. İki Batılı devletin Türkiye'yi destekleyen tutumlarının anlaşılması, Sovyetlerin, kendilerinin de açıkça belirttikleri gibi, hiddetini çekmiş, bunun üzerine Sovyetler Türkiye'nin Batı ile ilişkilerini kuvvetlendirmesine müsamaha edilemeyeceğini resmen olmasa da belirtmekten geri kalmamışlardır,

İşte bu hava içinde 8 Ağustos 1946 tarihinde Sovyetler, boğazlara ilişkin ilk notalarını hükümetimize verdiler. Bu notanın tarafımıza verilmesi sıralarında Doğu ve Batı sınırları yakınlarında Sovyet askerî hazırlıkları da gözden kaçmamaktaydı. Bu notadaki iddiaları reddeden 22 Ağustos tarihli Türk notasındaki cevapları destekler anlamdaki Amerikan ve İngiliz notaları da Sovyetler Birliğine sırasıyla 19 

ve 21 Ağustos tarihlerinde verildi. Esasında cevap Türkler tarafından hazırlanıp Amerika ve İngiltere'ye, çok farklı cevaplar vermemelerini sağlamak için gösterilmiş ise de, Sovyet Pravda gazetesi Türkleri Anglo-Saksonlarm tercümanlığı  ile suçlamaktaydı. Sovyetler ilk notalarındaki talepleri 24 Eylül  1946 tarihli ikinci bir nota ile tekrarladılar.

Bu sıralarda, Türkiye üzerinde ve dolaylarında şekillenmiş olan Sovyet teşebbüsleri ışığında Amerika Birleşik Devletleri Akdenize, sonradan 6 ncı filo ismini alıp NATO emrine verilecek bir deniz kuvvetinin gönderilmesini karar altına aldı. Bu davranış bölgedeki karşılıklı güçler arasında denge sağlamış ve Sovyetler Birliğinin, önemi açık olan bölgedeki  kuvvet boşluğunu sömürerek, pervasızca hareket etmesine engel teşkil etmiştir.

Şimdi incelemekte olduğumuz tarihlerde Sovyetler Birliği, Türkiye’ye olan tutumu yanında, İran'da komünist bir Azerbaycan Cumhuriyeti ile bağımsız Kürt Cumhuriyeti kurulması çabalarının açıkça arkasına geçmiş olduğu gibi, Yunanistan'da da komşu devletlerin de yardımıyla bir iç savaşı destekleme süreci içinde bulunmaktaydı. İran'daki Sovyet baskısına karşı durmaya çalışan İranlıların çabalarına destek olurken, Türkiye ve Yunanistan'ı Sovyetler Birliği karşısında yalnız bırakmamak ve gerektiğinde silahlı bir çatışmayı da göze alarak bu ülkeleri desteklemek, savunma güçlerini pekiştirmek amacıyla Amerika Birleşik Devletleri, Truman Doktrini adını alan bir programla, Türkiye ve Yunanistan'a 400 milyon dolarlık yardımda bulunmaya karar verdi. Türkiye'nin uzun zamandan beri sağlamak çabası içinde olduğu desteği sağlayan bu karar 12 Temmuz 1947 tarihinde Turk hükümeti ile Amerika Birleşik Devletleri arasında imzalanan ve 5123 sayılı kanunla tasdik edilen “İkili Antlaşma” ile uygulamaya konuldu.

Kısaca anlatmaya çalıştığımız ve ABD ile İngiltere’nin  kararlı destekleri sayesinde güçlenen direncimiz, Sovyetlerin Türkiye üzerindeki üs ve toprak taleplerinin gerçekleşmesini önledi.

Bölgedeki genişleme çabaları başarısızlığa uğramış olmakla beraber, önceki Sovyet politikasının dolaylı bir yöntem seçmiş olması ve aynı zamanda Avrupa ülkelerinin ekonomik ve sosyal sarsıntılar içinde bulunmaları nedeniyle, Avrupa'daki durum, gerçek bir istikrarsızlık göstermekte idi. Avrupa Kıtasındaki ülkelerin bu durumdan kurtulmak için giriştikleri çabalar NATO ortak savunma örgütünün kurulmasına yol açınca Türkiye'nin Sovyet Rusya karşısındaki durumu kendisi için yeniden önem kazandı. Zira NATO ittifakı, üyelerden birinin saldırıya uğraması halinde bu saldırının, Birleşik Amerika'nın da dahil olduğu bütün üyelerce karşılanması güvenini getirmekteydi. Karşısında bütünleşmiş bir direncin varlığını bilen saldırgan, muhakkak ki dünya savaşına yol açabilecek bir saldırıya girişmekten cayacaktı. Oysa ki, Sovyetler Birliği, Türk toprakları üzerinde Amerika ile çatışmayı göze aldığı takdirde, çatışmanın bir dünya savaşına yol açmaması düşüncesiyle Türkiye'ye karşı saldırıya geçebilirdi. Bu bakımdan, Ancak NATO'ya dahil olmakla Türkiye'nin güvenliği tam bir güvence altına alınabilecekti. Bu düşüncedeki gerçek payı 1950 yılında başlayan Kore Savaşı ile büyük çapta ortaya çıkmıştır. Kore de, Sovyetler Birliği, Birleşik Amerika ile karşı karsıya gelmeden uydularından birinin bir başka ülkeye saldırmasını desteklemiştir.

11 Mart 1949 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan “Atlantik Paktı'nın tekâmülüne doğru” başlıklı yazı, Türkiye'nin NATO dışında kalmaktan duyduğu endişeleri şöyle dile getirmektedir : “Bu günkü şartlar altında bir Bolşevik tecavüzü göz önüne alındığında, en mühim stratejik istikametlerden biri ve belki birincisinin Türkiye ve Yunanistan üzerinden geçerek Akdenize inen yol olduğuna şüphe yoktur. Batılı müttefikler Tedafüi (savunma) bir ittifak antlaşması ile Kuzey ve Batı Avrupa taarruz istikâmetini kapadıkları, fakat Akdeniz yolunu açık bıraktıkları takdirde, Sovyet Rusya'nın bu açık yolu tercih ve bilhassa Türkiye'yi daha ziyade tazyik ve tehdit etmesi gayet tabiîdir. Buna karşı alınacak tedbir, ya Birleşik Amerika, İngiltere,  Fransa,   İtalya,   Yunanistan,   Türkiye'nin   iştirak   edeceği   bir  Akdeniz 

Savunma Paktı vücuda getirmek, yahut da bir beyanname ile Türkiye ve Yunanistan'ın istiklallerini garanti etmektir.”

Bu ittifak sürecinin başlangıcından itibaren ciddi bir katılma çabası içine giren Türkiye’nin temasları önceleri Amerika'yı Avrupa kıtasında sorumluluk sahibi kılma çabalarının ayrıntılarının belli olmaması nedeniyle sonuçsuz kaldı. İttifakın gerçekleşmesi sıralarında ise Avrupa memleketlerinin savunma sorumlulukları imkân oranında dar tutma arzuları ve Yunanistan'da sürüp giden iç savaşın bu düşünce tarzı ile ilgilendirilmesi Türk hükümetinin bir sonuç alamamasında etkili oldu.

NATO'nun Türkiye ‘siz kurulmasından hemen sonra Türkiye'yi üzen yeni bir gelişme oldu. 5 Mayıs 1949 da kurulan Avrupa Konseyi'ne Türkiye dahil edilmemişti.

1950 yılı Nisanında Türkiye'nin NATO'ya girmek için yaptığı ilk resmi temastan da sonuç alınamadı. Anlaşılan, NATO'nun Avrupalı üyeleri, ittifakın Avrupalı ülkelerin savunma konusundaki çıkarlarını ilgilendiren coğrafî bölge ile kısıtlanmasında ısrar etmekte ve Amerika'nın Türkiye ve Yunanistan için ikili bağlantılara gitmesini istemekteydiler. Ayrıca, NATO ihtiyaçları için Amerika'nın yaptığı yardımdan faydalanacak memleketlerin sayısının da imkan oranında kısıtlı tutulması nedeni de Türkiye'nin pakta alınmasına karşı çıkan Avrupa memleketlerinin düşüncelerinde yer almaktaydı.

Bu sırada Kore Savaşı patladı ve Türkiye'de Sovyetlerin bir saldırı savaşına girebilecekleri endişesi yeniden güçlendi. Çünkü o sıralarda Sovyetlerin desteği ile Güney Kore'ye karşı bir saldırıya geçmiş olan Kuzey Kore'nin bu davranışının, Amerika'nın Güney Kore'yi savunma zinciri dışında tuttuğu ve dolayısıyla çok önemsemediğinden esinlendiği düşünülmekteydi. Bu düşünce nedeniyle Türkiye'nin güvenlik endişeleri büsbütün artmıştı. Batının savunma zinciri dışında kalan Türkiye'nin durumu Güney Kore'ye benzememekte miydi ?

Birleşmiş Milletler çağrısına uyarak Kore Savaşına iştirak kararı alan Türkiye, Ağustos 1950 de NATO'ya girme talebini yeniledi. Bu çaba da sonuç vermeyince Hükümet ikili Amerikan garantisi sağlama çabası içine girdi. 

Gerek Avrupalı NATO üyelerine ve gerekse Amerikan Hükümet çevrelerine yaptığı müracaatlardan bir sonuç alamayan Türkiye Amerikan Hükümetinin Kongreden duyduğu kuşkuyu da bertaraf etmek amacıyla sorunu Amerikan kamu oyuna sunma yolunu seçti. Çeşitli biçim ve yollarla Amerikan kamu oyunun ilgisi çekildikten sonra Amerikan Senatosunda Türkiye'ye yakın senatörler eliyle hazırlanıp kabul ettirilen bir karar sureti ile Amerikan Kongresinden duyulan kuşku bertaraf edildi ve böylece 1951 Eylülünde, Kuzey Atlantik Konseyinin Ottawa toplantısında Amerika'nın ağırlığını ortaya kesin surette koyması sayesinde Türkiye NATO'ya kabul edildi. 18 Şubat 1952 de, 5886 sayılı kanunla Türkiye Büyük Millet Meclisi Kuzey Atlantik Antlaşmasını onayladı ve Türkiye NATO'ya resmen katılmış oldu.

Buraya kadar yazılanlardan da açıkça görüldüğü gibi gerek Kuzey Atlantik İttifakının kurulması ve gerekse Türkiye’nin bu ittifak içine girmesi süresinde Amerika Birleşik Devletlerinin isteği ve arzusu ikinci planda kalmaktadır. Bu ittifakın kurulmasındaki esas fikir Amerika'yı Avrupa savunmasında peşinen bağlantı ve sorumluluk altına sokup İkinci Dünya Savaşının çıkmasına sebep olan zaafların tekrarına engel olmaktır. Gerçekten ikinci Dünya Savaşının ortaya çıkmasının en büyük nedeni Nazi Almanya'sının Avrupa'da kuvvet dengesini tamamen bozan seviyede güçlenmiş ve onun her türlü gücüne karşı koyabilecek güçte bir ülkenin Avrupa'da mevcut bulunmamasıydı. İşte böyle bir durumun yeniden ortaya çıkmakta olduğunu gören Avrupa ulkeleri, NATO İttifakında, kendilerinde mevcut olmayan güce sahip Amerika Birleşik Devletlerini Avrupa'da güç dengesini kuracak kuvvet unsuru olarak bulmuşlardır.

Memleketimizin NATO'ya giriş çabalarında da bu süreçte asıl girişim daima bizden gelmiş, Avrupa ülkelerin açık direniş ve Kongrenin, Amerika’nın Avrupa meselelerinde askeri sorumluluk altına girmesine karşın olduğunu bilen Amerikan Hükümetinin çekingenliğine karşı sürekli bir çaba içinde bulunmuşuzdur.