TASAM’ın öncülüğünde 23-26 Ekim tarihleri arasında düzenlenen Türkiye-İran Van Forumu katılımcılar için adeta uykudan uyanışa yol açtı. Van’da toplanan her iki ülkeden akademisyenler, araştırmacılar, yöneticiler ve sivil toplum kuruluşları mensupları üç gün boyunca iki komşu olarak “Neredeyiz? Nerede Olmalıyız?” sorularına cevap aradılar.
19. yüzyılın klasik sömürgeciliği 20. yüzyılda hayat hakkı bulamayınca eski sömürgeciler yeni yöntemlere başvurmuşlardır. Bunun temelinde ise komşular arasında bir şekilde (sınır sorunları, etnik kavgalar gibi) çatışma vesilesi bulup, eski uyuşmazlıkları canlı tutarak ekonomik ilişkilerin gelişmesini önlemek bulunmaktadır. Genellikle akraba, yakın etnik veya inanç grubuna mensup komşular arasına bir şekilde demirperde kurularak, ekonomik olduğu kadar siyasal ve kültürel bakımdan işbirliği ve dayanışma önlenmiştir. 
Dünyanın her tarafında komşu devletler arasında zaman zaman çatışmalar yaşanmaktadır. Sınırların belirlenmesi, güvenlik, göç, gümrük, iltica gibi konular temel anlaşmazlık sebepleridir. Nitekim mesela Almanya-Fransa, Fransa-İngiltere, Bulgaristan-Yunanistan, Yunanistan-Arnavutluk arasında bu gibi sebeplerden birçok savaşlar yaşanmıştır. Bununla beraber BM düzeni ertesinde, özellikle Avrupa’da AB sürecinde ekonomik entegrasyon ile siyasi anlaşmazlıkların elimine edilmesi yönünde tarihi tecrübeler değerlendirilmiş, siyasi ve ekonomik kurumlaşmalara gidilmiştir. 
Türkiye-İran ilişkilerindeki 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’ndan günümüze yaklaşık dört asrı bulan çatışmasızlık dönemi de önemli bir başarı örneğidir. Ancak bölgesel ihtilaflar veya tarihi gerçekler bir şekilde kullanılarak iki ülke arasında çatışma çıkarılması yönünde birçok teşebbüs yaşanmaktadır.
İran’ın kuzey bölümü coğrafi ve etnik olarak Kafkasya’nın devamıdır. Kafkasya ile jeopolitik irtibat Türkiye için de sözkonusudur. Bu durumda uyuşmazlık konuları ortaya çıkabilmektedir. Esasen 19. yüzyıl boyunca İran, önemli ölçüde İngiltere ve Rusya’nın etki alanında kalmış, dış politikasında bu ülkeler belirleyici veya yönlendirici olmuştur. II. Dünya Savaşı’ndan sonra İran’da yaşanan Dr. Musaddık hadisesi, çağdaş emperyalizmin tipik bir örneği olup ayrı bir yazıda ele alınacaktır.  İran, birçok nedenden dolayı Sovyet sonrası dönemde de Rusya’ya yakınlığını korumuştur. A.Dugin’e göre Rusya’nın Avrasyacı strajesinde İran, güney ekseninin merkezini oluşturmaktadır.
Türkiye ve İran, aynı zamanda Orta Doğu’nun devamı olarak bu bölge sorunlarına zaman zaman daha fazla müdahil olmak zorunda kalmaktadır. Suriye konusunda olduğu gibi iki ülkenin temel konularda karşı politikalar gütmesi, egemen eşit devletler olmalarının doğal sonucudur. İki ülkenin bu önemli konuda ortak politika belirlemesi gerekli olduğu halde, bu konudaki uyuşmazlık diğer alanları etkilememelidir. 
Bütün bu coğrafi, tarihi, etnik, mezhepsel vb gerçeklere karşın Türkiye-İran ilişkilerindeki barış ve işbirliği her iki ülke dış politikası açısından dikkate alınması gereken önemi haizdir. Çünkü belirtildiği gibi Batılı ülkeler arasında da tarihi, coğrafi ve iki devleti ilgilendiren diğer sebeplerden dolayı anlaşmazlık, çatışma dönemleri ortaya çıkabilmektedir. Modern dönemlerde bütün bu anlaşmazlık konuları diplomasi, iletişim ve kamuoyu baskılarıyla en aza indirilebilmekte, toplumsal entegrasyonlar için sosyal ve ekonomik politikaların bütün imkânları kullanılmakta, uzlaşma yolları bulunabilmektedir. 
Doğu, İslam, Azgelişmiş, Asya veya Afrika kapsamında ele alabileceğimiz ülkelerde ise anlaşmazlık nedenleri sürekli canlı tutulmakta, çatışma hali sürekli kılınmakta, böylece batılı ülkelere (genellikle eski sömürgeciler) müdahale ve kontrol araçlarında süreklilik sağlanmaktadır.
İçinde yaşadığımız dönemin bariz vasfı olan küreselleşme çağında ilişkilerin yoğunlaşması ile sorunların artması kaçınılmazdır. Türkiye ve İran’ın tır şoförleriyle ilgili kararları, tipik azgelişmiş veya eski sömürge uygulamalarına benzemektedir. Bu gibi mevcut ve muhtemel sorunların daha önceden kurumlaşmış yöntemlerle, her iki ülkenin çıkarına çözülmesi gerekmektedir. Başarılı politika sorunları, sorun aşamasından önce çözebilme maharetidir. Türkiye – İran ilişkilerinin bu çözüm için zengin tarihi tecrübeler ile köklü kamu diplomasisi mevcuttur. Bir tebliğde ele alındığı üzere 1843’te Kerbela’da yaşanan kışkırtmalar ile binlerce insan katledilmiş, İran ve Osmanlı büyük bir savaşın eşiğinde iken iki ülkenin sadrazamları birlikte hac farizasını ifa edince tehlike ortadan kalkmıştır. Yine 1980-1988 İran–Irak Savaşı döneminde Türkiye’nin, her iki ülkenin güvenini kazanan politikaları oldukça başarılıdır. 
Şüphesiz Türkiye ve İran bu alanda bölgenin ve ülkelerin şartlarına göre daha farklı uzlaşma yolları bulabilirler. Her iki ülkenin de üye olduğu İslam İşbirliği Teşkilatı,  merkezi Tahran’da bulunan ECO, Kazakistan öncülüğünde kurulmuş olan Asya’da İşbirliği ve Güven Artırıcı Önlemler Konferansı (CICA), D-8 gibi uluslararası örgütler önemli fonksiyonlar üstlenebilirler. Esasen bu örgütlerin fonksiyonel hale gelmesi de bu iki ülkenin iradesiyle gerçekleşecektir. 
Öte yandan hakemlik komisyonları olarak üniversiteler, yerel yönetimler, mesleki kuruluşlar, Pakistan ve Afganistan gibi dost ülke hukukçuları/diplomatları devreye sokulabilir. Burada önemli olan komşuların mevcut ve muhtemel sorunların çözümü için siyasi irade göstermeleridir. Sorunların kamuoyu ile şeffaf bir şekilde paylaşılması, tarafların barış ve işbirliği yanlısı olduklarını her fırsatta kamuya duyurması son derece önemlidir. 
İki komşu arasındaki ilişkilerde yaşanan problemin sorumlusu olarak inanç ve ibadetle ilgili konular günah keçisi ilan edilmemelidir. Bu durum yeni sorunların kaynağı olacaktır. Bununla beraber yöneticiler, Eshab-ı Kiram’dan itibaren önemli şahsiyetlerle ilgili ihtilaflı konularda gereksiz tartışmalardan ve karşı tarafı rencide eden beyanlardan kaçınmalıdır. Nitekim İran dini lideri Ali Hamaney’in özellikle Türkiye’yi ziyaret eden İranlıların bu konuda dikkatli olmalarını istediğini memnuniyetle öğrendik.