Zira, mazi kıt’asında, mazinin / geçmişin vahşet dolu alanlarında göçebe hayatı yaşayan taassup ve taklide karşı parlak ve nurlu İslâmın oralarda mutlak galebesine ve mazi kıt’asını tam kaplamasına set çeken mâni olan şeyler vardı.

Yine mazi kıt’asında cehalet ülkesinde yerleşmiş; dışı yaldızlı, içi pis; çer çöp hükmünde; sözde doğru ve gerçek sanılan değerlere karşı; parlak ve nurlu İslâmın oralarda mutlak galebesine ve oraları tam kaplamasına, hükmü altına almasına set çeken , engel olan şeyler vardı.

Yine mazi kıt’asında zulüm ve haksızlıkların olduğu yerlerde yapılan istibdatlara karşı; parlak ve nurlu İslâmın oralarda mutlak galebe çalmasına, oralara tam hakim olmasına set çeken, engel olan şeyler vardı.

Mâzide İslâmiyetin tam galebesine ve mazi kıt’asını tam manasıyla kapsamasına, kendini kabul ettirmesine set çeken; hem onlarda hem bizde olan engeller ise şunlardı:

Ecnebi / yabancı ve müslüman olmayan yani Hristiyanların; İslâmiyeti bilmelerine, anlamalarına ve kabul etmelerine engel olan hususların başında; onlardaki son zamanlara kadar devam eden taklit, cehalet ve kara taassuptu.

Ayrıca kıssislerin / keşişlerin reislik ve başkanlık tutkularıydı.

Bizdeki engeller: Bizlerin yani İslâm âleminin; İslâmiyeti lâyıkı veçhile bilmeye, anlamaya ve gereğini yapmaya engel olan hususlar ise şunlardı:

Çok çeşitli, çok yönlü baskılar, istibdatlar...

İçine düştüğümüz veya düşürüldüğümüz ahlâksızlık girdabı...

Karışık hâller...

Ve en kötüsü; tembelliği doğuran ümitsizliktir ki, İslâm güneşinin tutulmasına sebep olmuşlardır.

Hem onlara hem bizlere engel olan en birinci mâni ve belâ ise şu idi:

Biz ile ecnebiler / yabancılar yani Hristiyanlar sanıyorduk ki:

İslâmın dış görünümünün kural ve hükümlerinin ilk bakışta verdiği izlenimler ile bazı ilimlerin mes’ele ve sorunları arasında -aslında geçersiz ve gerçeksiz- birbirine aykırı ve zıt şeyler var!

İşte İslâmda; varlıkları yanlış ve bâtıl hayal ve tasavvurlarla ortaya çıkan kimi vehim ve kuruntular; tabiatıyla ilimle bağdaşmıyor! Bilimle çarpışıyor. Fenle zıtlaşıyordu.

Ve bu ilimle bağdaşmayan, bilimle çarpışan ve fenle zıtlaşan şeyleri bizler -ne yazık ki- dinden sanıyor.

Böylece İslâmla bilimi uyuşmaz iki kutup olarak görüyorduk. Tam bir kör döğüş içindeydik.

Aslında ne İslâmiyet; sandığımız gibiydi. Ne de ilim İslâmiyete aykırılık taşıyordu. Yanlışlık bizde, kabahat kendimizdeydi.

Sorun; İslâmiyeti ilme karşıt zannetmemizden kaynaklanıyordu. Oysa hakikat bunun tam tersiydi. Ve böyle olduğu artık ispatlanmış ve kanıtlanmıştı.

Aferin maarifin / ilmin feyiz, bereket saçan gayret ve mesaisine, bilimin mertçe himmetine ki:

Gerçeği araştırma meylini, insanlık sevgisini ve insafa meyli içeren hakikatleri techiz edip donatarak o mânilere, o engellere karşı göndermiş, onları yerle bir etmiş ve ediyor.

Evet, en büyük sebep ki: Bizi dünya rahatından ediyor. Ecnebileri âhiret saadetinden mahrum ve yoksun bırakıyor.

Evet İslâmiyet Güneşini tutulmuş olarak gösteren, onun yanlış anlaşılmış olmasıdır.

İslâmın, ilme karşı olduğunun vehmedilmiş olmasıdır.

İslâmın, ilme muhalefet ediyor sanılmış olmasıdır.

Ne tuhaf! Köle efendisine, hizmetçi sahibine, oğul babasına nasıl düşman olabilir? Ona karşı tavır alabilir?

Halbuki İslâmiyet, bilimin efendisidir. Mürşidi, irşad edicisi ve yol göstericisidir. Gerçek ilimlerin başı ve babası yerindedir.

Fakat yazık ki bu; İslâmı yanlış anlama, İslâmda yeri olmayan şu hakikatsiz vehim ve kuruntular şimdiye kadar hükmünü yerine getirerek verdiği vesveseyle; ümitsizliği içimize attı.