Yirminci asır hastalıklı bir asırdı. Tutulduğu maddiyyun / materyalizm hastalığı gittikçe şiddetleniyor, asrı ve insanları sarsıyordu.

     Herşey maddede aranıyor, gözler aklın yerini alıyor. Görülmeyen reddediliyor, inkâr ediliyor, yok sayılıyordu. Göz, aklın yerini alınca maneviyatı görmüyor. Maneviyatta tam bir körlük hükmetmeye başlıyordu.

     Akıl ve fikirden uzak Hristiyanlık -kısmen haklı olarak- bir kenara itiliyor. Din olduğu için aynı kefeye konulan İslâma da aynı muamele reva görülüyordu.

     Oysa İslâmiyet; Hristiyanlığın aksine akıl diniydi. Fikir diniydi. Aklı olmayanın dini de yoktu. Üstelik böylelerini sorumlu da tutmuyordu. Çünkü sorumluluk; âkil-bâliğ / yetkin bir akla sahip olmayı gerektiriyordu.

     Böyle bir asrın insanları mânen hastaydı. Hastalık, şanlı Osmanlı Devleti’nin şahsında Âlemi İslâmı da tehdit ediyor. Dünya müslümanlarına da bulaşıyordu.

     İslâm devletleri bu materyalist cereyan ve akımlardan, bu inkâr fırtınalarından ister istemez etkileniyor. İslâmın uzuvları / organları hükmünde olan İslâmî devletler birer birer mânevî hastalıktan nasiplerini alıyorlardı.

     Yapılacak şey tedaviydi. Önce teşhis / tanı yapılmalı. Sonra reçete verilmeli. Daha sonra da iyileşme sağlanmalıydı. Bütün bunlar sağlam bir muhakemeyi, sağlam bir fikir yürütmeyi, iyice bir düşünmeyi gerektiren hususlardı.

     Yirminci asrın başlarında her şeyden evvel, özellikle avam ve halktan önce, âlim ve bilginlerin kendilerine çeki düzen vermeleri gerekiyordu.

     Çünkü: Yirminci asrın başlarında mensubu, aidi ve bağlısı olduğumuz İslâmiyet; hurafeli, indî / şahsî, kişisel izah ve açıklamalar ve hatta İsrailiyatla yani müslüman olmuş Yahudi âlimlerinden tefsirlere geçen, ilim dışı malumat kırıntılarıyla tozlanmış, küflenmiş, hakikatler perdelenmiş, sanki görünmez olmuştu.

     Her şeyden önce, parlaklığı giden İslâmiyete; parlaklığını kazandırmak lâzımdı ve kazandırıldı. İslâmın cilâsı kaleme alındı. İslâma cilâ vuruldu. İslâmı kıskıvrak sarmış olan ve asıl çehresinin görülmesini engelleyen İslâm dışılıklardan İslâm ayıklandı, arındırıldı. İslâmın aslı görünür, İslâm farkedilir hâle getirildi.

     Milletin geri kalmasından, bir çok aydın ve düşünürün ciğeri yandı. Feryad u figan ettiler. Kaleme sarıldılar. Özellikle bunlardan biri; bu acıklı durum karşısında; görüşlerini, bizlerin de paylaştığı açıklamalarda bulundu. Asrın başlarında yazdıkları kitaplaşdı. O diyordu ki:

     İslâmiyetin özünü ve esasını terk ettik! Sadece kabuğuna ve dış görünüşüne bakıp durduk. Ve tabii aldandık. İslâmiyeti yanlış anladık. Ona edeb dışı davrandık. İslâmiyetin hakkını yerine getiremedik. Lâyık olduğu hürmet ve saygıyı gösteremedik.

     Bu durumda, o da bizden nefret etti. Vehim, kuruntu ve hayal bulutlarına sarıldı. Bizden kendini gizledi. Daha doğrusu, onun etrafını vehim, kuruntu ve hayallerle sarıp sarmaladık. Onu aslî şekliyle görünmez kıldık. Buna kendimizi de inandırdık. Kerameti kendinden menkul; menfî bir durum ortaya koyduk.

     Hem de hakkı var. Zira biz İsrailiyyatı yani Yahudi âlimlerinin kitap veya bilginlerinden alınma -gerçek dışı- bilgi ve anlatıları aldık. İslâmın usûl, esas ve asıllarını yani iman ve inanç esaslarıyla onları karıştırdık.

     İsrailiyat hikâyelerini, İslâmın akaidine / akide ve inançlarına bulaştırdık.

     Mecazları yani sözün; söylenenden başka anlamda kullanma yoluyla elde edilen manaları İslâmın hakikat ve gerçeklerine katıştırdık. Böylece islâmın kıymet ve değerini takdir edip anlıyamadık.

     O da, ceza olarak bizi dünyada kendimize getirmek için ve ders olsun diye Âlemi İslâmı zillet ve  sefalet içinde bıraktı. Fakat yine de bizi kurtaracak olan onun merhametidir.