“Solak dünyaya gelip, babası tarafından “salak” edilen bir çocuğun, her iki elini kullanma çabası büyük bir travma aslında” dedi. Sonrasında insan beyni ile alakalı anlam veremediğim tonla bilgiyi aktardı. Gerçi ben onun söylediği hiçbir şeye anlam veremiyordum. Düz insandım ben. Öküz altında buzağı aramaz, imalardan mânâ çıkartamazdım. Basit insanlara özgü tonla şey yapardım. Çizgilere basmadan yürürdüm mesela. Her kareye bir adım... Çizgilere basınca başıma bir felaket gelir diye korkmaz, yaptığım işe bin bir kılıf uydurmaya çalışmazdım. Sadece ‘yapmazdım’. Sabah uyanınca on dakika tavanı izler, eve hep aynı yoldan dönerdim. Sofrada her gün aynı sandalyeye oturmaktan bıkmazdım. Bakma denilen yere bakmaz, aynı tişörtün farklı renklerini almaz, tanımadıklarımla selamlaşmazdım… Düz, dümdüz, silindirle ezilmişçesine düz… Anlıyor musunuz? Düz işte, düz… O, öyle değildi ama. Canım sıkılıyor demezdi. “Gırtlağımın başucundan midemin bitiş noktasına kadar, bir grup manyak horon alayı kurmuş da, çılgınlar gibi tepiniyorlar sanki” derdi. Sıkıntısını böyle izah ederdi… Türk kahvesini sevdiğinden değil, hatırından içerdi. Her defasında “ya hu biliyor musunuz, kahvenin yanında neden su ikram edilir” diye başlar, o malum hikâyeyi anlatırdı. Konuşmadan anlaşmaya bayılırdı ama çenesini iki dakikadan fazla tutamazdı. Farklı tatlara açıktı, çoraplarını asla çift kullanmazdı. Sağ ayağında açık renk çorap, sol ayağında koyu renk çorap olurdu illa ki. Çorapların ömrü uzarmış, öyle derdi… Bitter çikolata ile fildişi çikolata arasında seçim yapamaz, ikisinin de hatırı kalmasın diye sütlü çikolata yemeyi tercih ederdi. Sabaha kadar anlatsam ne çıkar, bitmezdi, tükenmezdi. –Di’li geçmişe sığamayacak kadar kafası kalabalık ve onu –miş’li geçmişte anlatacak bir Allah’ın kuluna sahip olamadığı için sonsuzluk kadar yalnızdı. Böyle insanların kaderidir yalnızlık, anlıyorsunuz değil mi? Ters adamdı… Tam bir “AYARSIZDI”.
Koskoca bir ömrü, ulaşıp ulaşamayacağınızdan emin olamadığınız bir ideale harcar mısınız siz? İnanmışlıkla ve de adanmışlıkla? Yapar mısınız? O yaptı… “Yolu Türkiye’ye, Türk Dünyası’na, Türklüğe hizmetten geçen herkesle, bir gün bir yerlerde buluşacağız” derdi hep. Bu uğurda kaç gönül kapısından içeri girdi, kaç yangına körükle gitti sayamadım…
“Cahil cesaretimi âlem tanır” diyen gönül ehli gibi gözü karalıktan; “ya hu benim gözlerim ela aslında” aşamasına geçene kadar, kaç kutup ayısını kendi çölünde ağırladı, vallahi aklımda tutamadım…
Bilir misiniz? Evlatlarının okumasını isteyen ana-babalar, çocuklarının göbek bağlarını okul bahçesine gömerler. Bizimkinin göbek bağını da “Türkçü Baba Türbesine” gömmüşler…
Nice vakit aradım türbeyi. Benim çocuklarım da rahmetli gibi olsun istedim. Fakat soramadım hiç ona. Nerede bu türbe? Kim yatar türbenin gölgesinde…? Cenazesinden kırk gün sonra bir mektup geldi eve. Umut dolu tek cümle…
“Türkçü Baba Türbesi kaburganın altında, sol köşede…”
NOT: Yitip giden tüm AYARSIZLARA bâki muhabbet ve rahmetle…